Hayata dair bazı bilinmezler vardır.

Bir bakışta çözemediğimiz.

Bilinmezlerle karşılaştığımızda ilk anda bocalarız.

Karşılaştığımız her olayda onu anlamak için etraflıca düşünmemiz, sebepleri üzerine akıl yürütmemiz, benzer olaylarla ilgili gerek kendimizin gerek bildiğimiz başka yaşanmış tecrübeler varsa onlara bakar ve çözüm üretmeye çalışırız.

Akıl bunu gerektirir ve bize düşen bu yolu izlemektir.

Bunu yapmak zor geliyorsa eğer, kolayı da var.

Suçluyu dışarı arar ve suçu onlara yüklersek işimiz kolay olur.

Kendimizde ve itimat ettiklerimizde kusur kabahat aramayız.

Olayın toplumsal boyutu varsa şayet ve biz de üstesinden gelemeyeceksek "Adam sende" diyerek teslim bayrağını çekeriz.

Olayın faili itimat ettiklerimiz ise, onların yaptıklarını meşrulaştıracak bahaneler bulmaya çalışırız.

Müslüman veya metafizik olaylarla ilgisi yoğun olanların ifadesiyle "Bir hikmeti vardır" sözüne sığınırız.

Bu tutum ilahi kitapta yazılı bilgiye göre davranma çabasıdır.

Çünkü kitap, insanlara karşılaştığı her olayda hikmet aramayı öğütler.

Allah kitapta şöyle der, "Karşılaştığınız bir kötülük hakkında hemen kötü bir yargıda bulunmayın. Ola ki sizin kötü bildiğinizde iyilik, iyilik bildiğinizde de kötülük vardır. Siz onu bilemezsiniz."

İşte bu sebeple, kitabın müminleri, olanda hikmet aramayı güzel düşünme çabası olarak görmüş ve bu şekilde düşünerek kötü zandan korunmaya çalışmışlardır.

Böyle düşünmek ve davranmak kendi bağlamı içinde çok güzel ve doğru bir davranış iken, bunu olur olmaz her yerde kullanmak sıkıntılıdır.

Zira, kitapta müminlere "Bir yerde bir kötülükle karşılaştığınızda onu elinizle/ fiilen, buna gücünüz yetmiyorsa dilinizle/sözünüzle, buna da gücünüz yetmiyorsa kalbinizle buğz edin, asla kötülüğü meşru görmeyin ve kabul etmeyin! Bilin ki bu imanın en zayıf halidir." diyerek Müslümanlara yükümlülüklerini hatırlatır ve kesin bir dille uyarır.

Birinci tavsiye de Allah insanlara sebebini bilmediğiniz, fayda ve zararı hakkında içinize sinmeyen, içeriğini tam olarak kavrayamadığınız durumlarda, gönlünüzü rahat tutun ve Allah'a tevekkül edin, diyor.

Yani bu haliyle, önce yükümlülükleri hatırlatıyor, bunları yerine getirdikten sonra da tevekkül etmeyi öğütlüyor.

İnsanlık tarihinde; Adalet düşüncesi, eşitlik ve özgürlük arayışı insan için vazgeçilmez olmuştur.

Adalet arayışını harekete geçiren, eşit haklar düşüncesidir.

Eşit olmadıklarını insanlara sadece zorbalar ve besledikleri dikte etmiştir.

Zorbalar, eline geçirdikleri güçle, diğer insanları köleleştirerek; köle-efendi ayrımı yapmış ve zorbalığa direnemeyenler yapılan zorlamalar ve zulümler karşısında boyun eğmişlerdir.

Buna rağmen, eşit ve adil düzen arayışı hep sürmüş, bu arayış kanlı savaşlara, devrimlere kadar uzanmıştır.

"Eee.. n'apalım dünyada bu tür zulümler hep oluyor ve hep kaybeden zayıflar oluyor, karşı çıkmanın ne manası var.

bugün zulüm dediklerinizi yapanlar, hukuksuzlukları işleyenler en azından bizden.

Yaşadıklarımızın sebebi de dış düşmanlar.

Düşmanlara karşı içimizde fitne çıkarmanın ülkeyi zora sokmanın ne âlemi var?" diyerek toptancı, tarafgir ve zanna dayalı yargılarla; ötekileştirilen, düşmanlaştırılan, hain ilan edilenlere şüpheyle bakmak, birilerinin iktidarlarını sürdürmek arzularını çıkar yol olarak görmek; insani, vicdani ve ahlaki olamaz.

Bu tutumu kalben buğz bile diyemeyiz.

İktidarlarını korumak için; yalan, iftira, karalama ve düşmanlaştırmadan medet umanların, kendilerine inanan seçmenlerin inandıkları milli ve dini değerlerini suistimal edenlerin değirmenine su taşımanın; zulüm hukuksuzluk, yalan, talan, soygun, vurgun ve halkı yoksullaştıran düzenlerinin devamı için destek olmanın vebalini kim ödeyecek?

Bu vebale, kim hangi saikle rıza gösterirse öncelikle inandığı dinin değerlerine ve toplumsal faydanın aleyhinde davranmış olur.

Cuma hutbelerinde yapılan duada; akrabaya iyilik ve yardım önerildikten hemen sonra bu yakınlığın adaletsizliğe sebep olmamasını hatırlatan, düşmanlara dahi adaletli davranma çağrısı yapan, dinin başka türlü yorumlanması mümkün değildir.

Ve bu tavrı "Ama fakat, lakin, ancak" diyerek bırakın meşrulaştırmayı, mazur dahi göremez ve gösteremeyiz.

Şahsen, üstünlerde iyilik aramıyorum, böyle bir beklentim de yok.

İyilerin üstünler içinden çıkma ihtimali olabileceğini de tutarlı bulmuyorum.

Üstünlerin üstün olmaları hasebiyle, iyiliği kendilerinin tekeline aldıklarını Müslümanların tarihi açısından Muaviye'den beri biliyorum.

İnsanlık tarihi boyunca üstünlere itaat, iyi olduklarından değil, şerlerinden korunmak için yapılmıştır.

Üstünlere iyilik çağrısı yapanlar, zulme itiraz edenler; ilahi görevli elçiler, erdemli insanlar veya meczuplar olmuştur.

Bunların dışında kalanlar zalimlerin kapılarında beklemeyi fayda belleyen; dalkavuklar, beslemeler ve üstünlere itaat etmeleri için milli veya dini değerleri suistimal edilen topluluklar olmuştur.

İnsanlık tarih boyunca, zorbaların zararlarından kurtulmak amacıyla mücadele eden beyinler, siyasal sistemler üzerinde çalışmış adil ve denetlenebilir yönetim sistemi oluşturmaya çalışmışlardır.

Çünkü vatandaşların yönetime katılması, müdahalesi, ortak olması insanlık için tek kurtuluş kapısıdır.

Mesele bu kavgada bizim nerede olduğumuzdur.

Ya adaletten, ya zulümden, ya eşit yurttaşlıktan ya ayrıcalıktan, ya adil bölüşümden ya emeğin sömürüsünden, ya ortak yönetimden ya da keyfilikten yanayız.

Karar bizim, tercih bizim.

Vesselam