Ebu Zer: “Eğer bu sarayı kendi varlığınla yaptırdıysan israftır, eğer hazineden yaptırdıysan kul hakkına girer, haramdır,” cevabını verir.

Siyaset, İslami açıdan,  insanlardan bir kısmına, bir ahlaki sorumluluk olarak, toplumdaki adaleti ve güvenliği sağlamakla yükümlü farz-ı kifaye hükmünde bir görevdir.

Tanımı açarsak bazı dini görevler vardır ki, onları toplumdan belirli bir kesim yerine getirirse diğerleri de yerine getirmiş sayılır.

Örnek cenaze namazı. .

Eğer mahallede, kasabada yani her hangi bir yerleşim yerinde öleninin cenaze namazı kılınmaz, defnedilmezse orada ikamet eden herkes bundan sorumlu olur.

Bazılarının bu görevi yerine getirmesiyle diğerleri sorumluluktan kurtulur.

Siyaset de böyle bir yükümlülüktür. Toplumu oluşturanlardan bazılarının yönetime talip olmasıyla diğerleri üzerinden o sorumluluk kalkar.

Ancak halkın yöneticileri takip ve denetlemesine gelince iş değişir.

 Mevki ve makam sahiplerini, kamu kaynaklarını kullandıkları, toplumun geleceğini şekillendirdikleri için, ahlaki açıdan denetlemek her bir insan için farz-ı ayındır.

Yani nasıl ki, bir Müslüman namaz, oruç gibi ibadetleri bizzat yerine getirmek zorunda ise kamu kaynaklarını kullanan siyasetçiyi de her bir ferdin sözlü sorgulama, telefon, e-mail, sosyal medya hesapları gibi elinde hangi imkân varsa, denetlemesi bizzat görevidir.

O görevi geçmişte postanenin haberleşmede revaçta olduğu telefonun da yaygın kullanılmadığı dönemlerde genelde  telgraf görüyordu. Günümüz iletişim imkânlarıyla denetleme görevi daha da kolaylaşmıştır.

Diğer taraftan denetimin amacına ulaşması için her kademedeki yöneticinin hem hoşgörülü hem de hesap verebilirliğe yatkın olması gerekir ki bu bir insani sorumluluktur.

İslam Tarihi’nde en bilinen örnek Hz Ömer ‘dir..

Bilindiği üzere Hz. Ömer Halife seçildiğinde halka: “Ben haktan ayrılırsam ne yaparsınız,” dediğinde, içlerinden hem de eşraftan olmayan biri; “seni kılıcımla düzeltirim Ömer!” der.

Adaleti sağlayamamanın, yetim hakkı yenmesine aracılık etmenin endişesini taşıyan ve bunun vebali altında kalacağından korkan Hz. Ömer yanılması halinde kendini ikaz edecek denetçilerin varlığından memnuniyet duyar.

Yine bir savaş sonrası herkese yarım elbiselik kumaş düştüğü bir ganimet paylaşımı sonrası kıldırdığı Cuma namazında üzerinde yeni bir elbise gören bir Müslüman Hz Ömer’e: :” Üzerindeki elbisenin hesabını vermediğin sürece sana itaat etmeyiz,” demişti.

 Bunun üzerine Hz. Ömer’in oğlu; “bana düşen hakkımı devrettim de babam o elbiseye sahip olabildi,” demesi üzerine ortalık yatışmıştı.

Sanırım denetleyene Ebu Zer’in Şam Valisi iken Muaviye’yi ziyaretinde yaptığı sorgulama sadece Müslümanlar için değil insanlık adına eşsiz bir örnektir.

Bu ziyaretinde yaptırdığı oldukça ihtişamlı valilik sarayı hakkında Muaviye Ebu Zer’e “sarayı nasıl buldun,” der.

Ebu Zer de: “Eğer bu sarayı kendi varlığınla yaptırdıysan israftır, halkın parasıyla, hazineden yaptırdıysan kul hakkına girer, haramdır,” cevabını verir.

Muaviye dönemine kadar Müslümanlar üzerlerine farz-ı ayın olan denetim ve gözetim görevini ‘halka hizmet hakka hizmettir’ anlayışıyla hakkıyla yerine getirdiği söylenebilir.

Sonraki dönemlerde sistematik olmasa da padişahlar, hükümdarlar kul hakkına riayeti, devlet malına hürmeti ve adaleti ilke edindikleri, dönemlerde devletlerinin ve milletlerinin birliğini, dirliğini korumuş, adalet yerine zulüm hâkim olunca da gerek içte gerek dışta başları dertten kurtulmamıştı.

Bu yönüyle Müslümanların pek de parlak olmayan inişli, çıkışlı, Siyasi Tarihini atlayarak günümüze gelecek olursak siyasetin rakibi ötekileştiren, şeytanlaştıran bir nefret aracına dönüştürüldüğü gerçeği ile karşı karşıyayız,diyebiliriz.

Halbuki her türlü ilişkide olduğu gibi siyasette de geçerli olan bizim kültürümüzde her Müslüman için bağlayıcı “Allah’tan korkma, kuldan utanma” cümlesinde ifade edilen ahlaki prensibin söz konusu siyaset olunca geçerli olmayacağını ileri sürenler var.

Bu tezi savunanların İslam’ın iktisadi bir prensibi olan savurganlığa getirdiği yasağa karşı uydurdukları gerekçe ise“itibardan tasarruf olmaz” sapkınlığıdır.

Oysa İslam’ın temel dayanağı güzel ahlak, adalet ve vicdandır.

Bu sapma/saptırmada şüphesiz Alman Birliğini sağlayan Bismark’ın  “mümkün olanın sanatıdır”,diye tanımladığı siyasetin bizde “bir imkân(çıkar) sanatıdır,” şeklinde algılanmasının payı vardır.

Bu algı farklılığı halka hizmet hakka hizmettir, anlayışıyla yapılan siyasete sızan her devrin kadim hastalığı, tamahkârların, haramzadelerin, muhterislerin bir zenginleşme aracına dönüştürmüştür.

Diğer taraftan bu yanlış algı aslında sorun çözme ve hizmet etme aracı olan siyaseti zaman zaman rayından çıkarmış bir kavga, polemik üretme şeytanlaştırma ve gerilim arenası haline getirmiştir.

Bunun bir sonucu da toplum seçimlerde denetleyecek, sorun çözecek, herkesin hak ve hukukunu koruyacak toplum yararına hikâyesi ve hayalleri olan siyasetçileri iş başına getirmek yerine kendine yararı dokunacak insanları tercih eder, hale gelmiştir.

Bu hastalık da “Herkes yapıp ettiklerinin rehinidir”,sözünde olduğu gibi siyaseti vasatın esir almasına ve bütünüyle toplum üzerinde egemenlik kurmasına yol açmıştır.

Dahası siyaset bir imkân, çıkar sanatı olarak algılanınca her türlü ekonomik faaliyet de alın teri, üretme, emek, inovasyona dayalı bir eylem olmaktan çıkmış, ihale kapma, doğrudan temin, ucuz banka kredisi gibi devlet imkânlarıyla zenginleşme aracına dönüşmüştür.

Bu şekilde kirlenme siyaset alanıyla da sınırlı kalmamıştır, denetimsizliğin getirdiği cesaret ve serbestlikle yozlaşma başından aşağı devlet kurumlarına da  sızmıştır.

Bazı siyasetçiler, bürokratlar devlet gücü ve yetkisine sığınarak bazıları da danışman sıfatını istismar ederek dönen gayri meşru çarkın bir parçası olmuşlardır.

Prof.Dr. İlhami Güler de bütün bu olup,biten kirlenmişliğe bir makalesinde beceriksiz elini, eteğini toplayamayan, anlamında paçozluk diyor.(İlhamiyyat.com,14.09.2022)

 İçte güvenin artması dışta daha itibarlı hale gelmesi, siyasetin yeniden çözüm aracına dönüşmesi Ülke’nin bu paçozluktan kurtulmasına bağlıdır.

Bu da gerçek patron olan vatandaşın farz-ı ayın hükmündeki denetim ve takip görevini bir ibadet sadakatiyle eksiksiz yerine getirmesi ile mümkündür.