12 Eylül döneminde ülkücü olarak kamu düzeni için tehlikeli bulunup hapislere doldurulmuştuk.

Tıpkı karşıtlarımız olan devrimciler gibi.

O zamanlar askeri yönetim eşitlikçi(!) davranmak için "Bir sağdan bir soldan" esprisine uygun davranıyor, böylece otoritesinin gücünü cümle aleme gösteriyordu.

Neyse, konumuz bu değil.

O zamanlar bizler hapiste kitaplar okuyorduk ve cezaevi kütüphaneleri de zengin değildi.

Bizler dışarıdan kitaplar getirtiyorduk.

Bize gelen kitaplar daha çok din içerikli, İslam klasikleri veya tarihi kitaplardı.

Unutmuyorum, Buca E tipi ve Şirinyer askeri cezaevinde okumalar ve sohbetler yapıyorduk.

Cezaevine girmeden gündemimizde pek fazla yer almayan İslami(!) konular gündemimizde idi ve bazı arkadaşlar Nakşibendiliğin Menzil grubuna intisaplıydı.

O günlerde cezaevinde bulunan arkadaşlar dergi çıkarmaya karar verdik.

Karar gereği hazırlıklar başladı.

Selçuk Özdağ ve ben dergi için çalışmalara, arkadaşlardan yazı toplamaya başladık.

Nihayetinde iki adet el yazması dergiyi rahmetli Alparslan Türkeş'e verilmek üzere çıkardık.

Bu süreçte üzerinde konuştuğumuz konulardan biri medya organlarında görsel olarak insan fotoğraflarını nasıl kullanacağımız idi.

Zira medyada veya hayatın sair alanlarında fotoğraf kullanmanın caiz olmadığını okuduğumuz kitaplardan öğrendiğimizden fotoğrafları nasıl kullanacağımız önemli bir sorundu.

Bazılarımız çıkış yolu olarak fotoğraflarda beden ve baş kısmını ince bir çizgiyle kesik yayınlamak, böylece insan suretini bütünlüklü yapmamakla ilgili verilen fetvada görüyordu…

Şimdi düşünüyorum da, o gün yaşadığımız duygu dünyası "Taliban veya IŞİD'in zihni dünyasından" pek de farklı değilmiş.

Aslında bid'at vs. diyerek fıkhen karşı çıktıklarımız bununla sınırlı değil ve kafamızı karıştıran daha birçok konu vardı.

Müslüman coğrafyada yaşanan çelişkiler, arayışlar, açmazlar bizim dünyamıza da sirayet etmişti…

Bunlar aklıma nerden geldi.

İleri Demokrasi, Hukuk Devleti iddialarıyla özgürlükçü politikalar vadeden Ak Parti ve Erdoğan geçmişi sebebiyle yeni siyasal yapı üzerinde olumsuz etkisi olacağını düşündüğü için eski siyasi çizgiyi reddi miras etmiş "Milli Görüş gömleği" bir çırpıda çıkarılıp atılmıştı.

Son yıllarda iktidarın yola çıkış iddialarından, yaptığı kopuştan sonra gideceği yer, eskisini kısmen benzeyen sloganik İslamcı-Milliyetçi-Osmanlıcı çizgi olabilirdi ve öyle de oldu. 

Eski anlayış üzerine inşa etmeyi düşündükleri "Yeni siyaset(!)" için zihinlerinde var olanları bir bir ortaya koymaya başladılar.

Tabi buna afili ve halka hoş gelecek bir tanım bulmalıydılar ve buldular.

Yeni tanım "Yerli ve Milli" olmaktı.

"Yerli ve Milli" olmayı iktidarlarını onaylayan kısmıyla sınırlı olmak kaydıyla "Milli İrade(!)" ile desteklediler.

Bütün bunlardan sonra muhafazakâr seçmeni memnun etmek için Ayasofya'nın müze olmaktan çıkarılması ve tamamen ibadethaneye çevrilmesi ve benzeri politikalar devreye sokuldu.

Benzeri politikalardan cesaret alan rahmetli "Timurtaş hoca" benzeri çıkışlar yapan hocalar türemeye, meydan okumaya başladılar.

Oysa Ak Parti yola çıkarken desteğini aldığı ilahiyat camiasının yüz akı akademisyenler vardı ve onlar ilerleyen süreçte bir bir etkisizleştirildi.

Çünkü onların etkili olduğu yerde bu saçmalıkların yapılması mümkün değildi.

Bugün İslam hukuku adına, insanları suçlayarak Müslümanlığını beyan edenlere ve yaşadıkları toplumdan özellikle ahlaki(!) bakımdan rahatsızlık duydukları ve kendilerine benzemeyen, kıyafet tercihleri farklı olanlara karşı kullandıkları suçlayıcı, yargılayıcı ve dışlayıcı dili kullanmaya başladılar.

Bu hocalara sormak lazım.

Söylediklerini İslam’ın hangi fıkhi/hukuki hükmünden çıkarıp tercihlerini beğenmediği kişileri yargılayabiliyorlar?

Sokakları kasap dükkânını benzetme gafletinde bulunan ve buradan ahlaki hükümler çıkarıp kendi anlayışına uymayanları ahlaksızlık ve Allah'a isyanla, suçlayanlar bu cesareti kimden almaktadırlar.

Başına örtü, üstüne çarşaf/pardesü almadan çıkan, başı açık, yüzü hafif makyajlı, pantolonlu veya etekli olarak  çarşıya çıkan, iş yerine çalışmaya giden, yanında erkek olmadan seyahat edenler hakkında bu efendiler ne düşünüyor acaba?

Böyle davrananların onlara göre dinen tabi olacakları fıkhi/hukuki, dini hüküm nedir? 

Verdiğiniz hükümlere uymayanlara nasıl bir ceza verilecek? 

Verdiğiniz fıkhi/hukuki hükmün kaynağı nedir?

Soruyorum.

Bu sorulara net ve açık cevap vermeden minberlerden ve vaaz kürsülerinden öfke diliyle konuşmak ne kadar İslamidir?

Peygamberin Medine'de böyle bir söylem ve uygulaması, Müslümanlar veya diğer dinden olanları sınırlandırma talebi ve uygulaması olmuş mudur?

Olmuşsa bunun sınırları nedir?

Diğer dinden olanlar bu hükme hangi gerekçeyle uymuşlardır?

Bu konuda topluma bilgi verebilir misiniz?

Düşündüklerinizi net olarak bilmek hakkımız değil mi?

Efendiler! Söz, muhatabına ikaz, uyarı, öğüt olarak söylenir.

Kim ki, sözü suçlamak için söylüyorsa nefsinden söylüyordur veya birilerine selam çakıyor, "Ben buradayım" diye selam diye mesaj veriyordur.

Bir makama sahip kişi; öfkenin, yargının değil, uyarma, hatırlatma, öğütle temsil ettiği değerlerin sözcüsü olmakla mükelleftir.

Bunları aziz İslam adına söylediğinizi sanıyorsanız eğer, öncelikle İslam’ın izzetine saldırmayana laf söz edeceğinize Müslümanlar adına; adaletsizlik, kayırmacılık, kamu malına tasallutta bulunanlara iki kelam söz edin de Allah için öfkelendiğinize inanalım ve hakkınızda hüsnü zanda bulunalım.

Böyle bir sorumluluktan uzak duruyorsanız bari susun, toplumda temsil ettiğiniz makamlara karşı kin ve husumet üretmeyin.

Sizlerin İslam veya Müslümanlar adına konuşma  hakkınız yok.

Bunu bilin!

Aslında ülkemizde iktidara yaranmak veya iktidardan güç alarak yapılan garabetler bunlarla sınırlı değil.

Sanırım otoriterlik arttıkça bu saçmalıklar devam edecek.

Sığlık, garabet yukarıda yazdıklarımla  sınırlı kalmayacak.

Şimdi de "İslami Oyunlar" garabeti vizyonda.

Vizyonsuzluk, sığlık, slogan müslümanlığının geldiği yer kepazelik boyutunda…

Allah aşkına ne demek İslami Oyunlar?

Bir tane örnek verir misiniz?

Hani deseniz, Müslüman haklar oyunları bu anlaşılabilir.

Zira her halk gibi Müslüman halklarında tarihten günümüze taşıdığı çocuk ve yetişkin oyunları olabilir.

Yok efendim neymiş?

İslami Oyunlarmış.

Biz yaptık oldu yani.

Vizyon bu, nitelik bu, kalite bu, kalibre bu.

Haliyle derinlik olmayınca sığlık oluyor.

Boşuna demiyorlar liyakat, liyakat, liyakat diye…

Ama bunlar liyakatsiz sadakat peşinde oldukları için liyakatsizlerden de ancak böyle sığlık, derinliksizlik ve çapsızlıklar ortaya çıkıyor.

Vesselam.