Bilin ki, eğer bir rektörün basında görünürlüğü üniversitenin önünde gidiyorsa buna birinci neden kurumsal kimlik zafiyetidir, ikincisi de o üniversitedeki çıkar kavgasıdır.

Çünkü rektör üniversiteyi ya kendine yatırım için istismar eden bir şark kurnazıdır ya da profesyonel bir yönetici değildir, kavgadan beslenen bir popülisttir.

Bir üniversite fazla değil iki dönem onların güdümünde olursa odağından sapar, çıkar kavgalarının olduğu mesela bir kasaba belediyesine dönüşür.

O üniversite tıpkı ADÜ gibi üniversal kimliğinden uzaklaşır, orada kavgayı körükleyenler rağbete biner, bilim üretenler yönetici gözünde değerini kaybeder.

İster şark kurnazı ister amatör, vitrine oynayan bir rektörün ilk yapacağı siyasetçilere şirin ve tavizkar görünmektir.

Böyle bir durumda siyaset kapıdan girince bilim ve bilimsel zihniyet dışarı çıkar.

Bu noktada üniversite siyaset ilişkisine açıklık getirmek gerekiyor.

Siyasi iktidarın görevi makro düzeyde üniversiteden ne beklendiğini, hangi hedefleri gerçekleştirmek durumunda olduğunu belirlemektir.

Üniversiteye düşen de belirlenen hedeflere ulaşıp ulaşamadıklarını, ne kadar yaklaşabildikleri hususunda siyasi iktidara hesap vermektir.

Fakat bu hedeflere nasıl ulaşılacağı uzmanlık işi olduğundan bunun stratejisini belirleyecek siyasi iktidar değil üniversitenin insan kaynağıdır.

Yani siyaset kurumu üniversite ilişkisi stratejik düzeydedir, aralarında yönetim anlamında mikro seviyede bir ilişki olmamalıdır.(İskender Öksüz, Alt Akıl: Aptallar, Diktatörler, s.178)

Ne de olsa bir siyasetçi her attığı adımda gelecek seçimleri, bir bürokrat ise gelecek kuşakları düşünür.

Sosyal sermaye tarafların kendi sınırları içinde kalmak kaydıyla ancak bu şekilde oluşur ki, bu tahterevallide siyasetçi, bürokrat dengesini sağlayacak olan rektördür.

Yoksa bu gün ADÜ’de olduğu gibi at izi, it izine karışır.

O denge kurulmazsa üniversite bir taraftan rektörün diğer taraftan siyasetçilerin kariyer anlamında özelliği olmayan eşlerinin, çocuklarının, dostlarının işe alındığı kuruma dönüşür.

Altını çizmek gerekir ki, bir rektörün bakmakla yükümlü olduğu birinci derece yakınlarını kendi kurumuna işe almasında hukuki bir engel yoktur.

Ancak bu eylemin ahlaki olmadığı yönde devlette bir teamül vardır.

O geleneği eski rektörün çiğnemesiyle ADÜ’de gerekli/gereksiz işe alımlarla nepotizm dönemi başladı ve öğretim üyelerinin eş ve yakınlarını siyasetçi yakınları izleyince halkın gözünde ADÜ bilim yuvası olmaktan çıktı işe girmek için yarışılan bir kuruma dönüştü.

Geçmişte bu yarışın yapıldığı Aydın Tekstili, Nazilli Sümerbank Basma Fabrikasıydı ve o zihniyet o fabrikaların kapılarına kilit vurmakla son bulmuştu.

Bu gün de üniversite üzerinden varlığını sürdüren bu anlayışın elbette üniversiteyi de batıracağı söylenemez.

Ancak aynı şekilde personel alımına maruz bırakılan bir üniversitede  “çıkışta eşitlik, yarışta güvenlik, varışta adalet” prensibi geçerliliğini kaybeder.

 Ardından da aidiyet duygusu zayıflar, hizmetin maliyeti yükselir, kalitesi düşer, güven yok olur, huzur bozulunca da kaçışlar başlar.

Yozlaşma sadece bu günle sınırlı kalmaz geleceği de içine alabilir.

Çünkü üniversiteler bütün öğretmenleri anaokulundan en yukarıya kadar yetiştiren kurumlar olmasıyla eğitim kalitesinde bir belirleyiciliğe sahiptir.

Artık bir üniversitenin iflası demek olan özerkliğine yerel siyasi aktörlerin ortak edilmesi barışta ortak nokta evrenselliğin yerini, kavganın kaynağı yerelliğin alması sonucunu doğurur.

Hâlbuki baş çatışma nedeni eş, dost, akrabayı işe almayı(clientalizm) sonlandırmak, isteyen için pek o kadar da zor bir iş değildir.

Nitelikli eleman alımında usulüne uygun yazılı sınav yapılır, niteliksiz personel için sınav modeli uygulanır ya da noter huzurunda kura çekilir, olur, biter.

Aksini yapmak çatışmaya gönüllü davetiye çıkarmak olur ki, bu gün ADÜ’de yaşanan tam da budur.

Oysa çoğu insan bu gidişatın yeni rektörün gelişiyle sona ereceği umudunu taşıyordu.

Ama eski hamam eski tas misali değişen bir şey olmadı.

Çünkü Osman Selçuk Aldemir devlet aklı yerine kendi aklına uydu ve iç çatışmada kısa sürede enerjisini bitirince ayakta kalmak için tutunacak dal arar hale geldi.

Bu sayede onun ne göreve gelmeden önce ne de sonrasında kafasında şekillendirdiği bir yönetim modelinin olmadığını da öğrenmiş olduk.

Ayrıca bazı icraatları onun bir yönünü, tebdil-i kıyafetle denetim meraklısı olduğunu da bizlere gösterdi.

Oysa ADÜ’yle ilgili basında çıkan olumsuz içerikli haberler konusunda onun fazlasıyla hassas olduğu bilinir.

Hal böyleyken tebdil-i kıyafet yaptığı baskınlarla klinik kapatması, bir yıl önce olmuş, bitmiş bir olayı yeniymiş gibi açıklaması izahı mümkün olmayan bir çelişkidir.

Rektör Aldemir’in sergilediği paradoks sadece tebdil-i kıyafet yaptığı denetimler de değildir.

Geçtiğimiz günlerde emlakçı Levent Sabancı’yı basın koordinatörü yapması kadar aradan 24 saat geçmeden görevden alması da yenilir, yutulur bir çelişki değildir.

Velhasıl enerjisini iç çekişmelere harcamaktan diğer akademik işlere ayıracak vakit bulamayan bu rektör döneminde de ADÜ irtifa kaybetmeye devam ediyor.

Prof.Dr. Osman Selçuk Aldemir’in konumunda olup da işleri ters giden, derleyip toparlamada da zorlananların aslında sorabilecekleri bir kaç soru vardır.

İlki “bunu bize kim yaptı,” sorusudur ki, bu topu taca atma meyillilerinin veya komplo teorilerine inananların başvurdukları bahanedir.

İkincisi de “nerede yanlış yaptım” sorusudur ki, Osman Selçuk Aldemir’in bu soruyu hem kendi hem de ADÜ yararına sorma zamanı gelmiştir.

Çünkü böyle devam etmesi halinde sadece ADÜ değil, Aydın da kaybediyor.