"Jack, her gece evdeki gaz lambasını bir önceki güne göre artırarak daha fazla kısar.

Karısı Bella, ışığı onun kıstığını bilmez ve devamlı kocasına sorar:

'Gaz lambası giderek daha mı az ışık veriyor?'

Jack ona sinirlenir, 'Sana öyle geliyor?'diyerek susturur.

Bella, ne olduğunu anlayamaz.

Işığın her gün biraz daha azaldığından emindir ama kocasının tepkisi yüzünden ışığın azalmadığına inanır ve kendisinden şüphe duymaya başlar...

Bu şekilde karısını delirtmeye çalışan Jack’in uyguladığı bu yöntemi,

'Gaslight' isimli bir tiyatro oyununda izleriz.

Bu yöntem bir filme de aktarılır.

Nihayetinde 'Gaslighting psikiyatride bir terime', ikili ilişkilerde bir tarafın diğer tarafa uyguladığı psikolojik şiddeti tarif eden bir terim olarak karşısındakini çeşitli hileli tavırlar ve ithamlarla güçsüz, muhtaç, sorunlu ve hatalı olduğuna inandıran taraf, onu bu yöntemle yönetir, özgüvenini zedeler ve kolaylaştırıcı olur."

Yani yöntem, kendini zayıf gören tarafın güçlü ve egemen olan karşısında teslimiyetini sağlar.

Aslında, egemen ve mağdur ilişkisinin tanımıdır bu.

Hayatın her alanında görmek mümkündür;

kadın erkek ilişkisinde ise sıkça rastlanır.

Aynı zamanda dini ve sivil tüm iktidarlar bu silahı çok sık kullanırlar.

Zira en güçlü silah olarak görürler.

Devletler de halklara Gaslighting uygular.

Bütün devletler; en iyi devlet de, en kötü devlet de bu yöntemi sever ve sık sık kullanırlar.

Aslında, otoritelerin hepsi bireyleri tek başlarına; değersiz, hatalı, tehlikeli, günahkâr olduklarına ve başlarında güçlü bir kontrol mekanizması olmazsa felakete sürükleneceklerine inandırırlar.

Bu formül, 'kamu düzeni' adına yönetenler açısından kolaylaştırıcı, yönetenler için gerekli görülür.

Kendinden şüphe duyan insan, bu yüzden, devlete/otoriteye kayıtsız şartsız güvenir ve güçlü olmakla kötü olmak arasındaki ayrımı yapamaz hale gelir.

Mevcut devletten/otoriteden memnun olmadığı zamanlarda bile, yerine geleceklerin, daha iyi olamayacağına dair kendi kendine ikna eder veya kolaylıkla ikna edilir.

O yüzden değiştirmekten korkar.

Bu kendisi için alışkanlık ve 'konfor alanı' halini alır.

Aslında hepimiz devletsiz bir toplum hayal edemeyiz.

Lidersiz bir hareket, babasız bir aile, kırbaçsız bir mutluluk düşünemez hale geliriz.

Otoritenin/devletin toplumda düzeni sağladığına, dünyayı daha yaşanır kıldığına ve olmadığı takdirde büyük bir kaosun ortasında bir başımıza kalacağımıza inandırılmışızdır.

Böylece babadan devlete, iktidarların baskıcılığını sorgulamaz, saldırganlığından şüphelenmez, yargılama ve cezalandırma yöntemlerini eleştirmez olur, eleştirenlerin 'yıkıcı, anarşist, düzen düşmanı' olarak tanımlanmasını meşrulaştırır, başlarına gelenleri hak ettiklerine inanır.

Doğrudan kendileri dahi olsa, devlet ya da baba, koca, vb. şiddetle yüzleşmemiz bile yeterince uyarıcı olmaz, başımıza örülen çorapları kabullenir, yapılan haksızlıkları itiraz etmeyiz.

Başımıza her ne gelirse gelsin hep bir gerekçe buluruz.

Mesela, Işığı, otorite kısar, ışığın kısıldığını zannederiz.

iktidarların/otoritenin üzerimizde uyguladığı zulümde bile, suçu hep kendimizde, zulme uğrayanda aramak gerektiğine inanırız.

Böylece, beşeri ilişkilerin her alanında; ikili ilişkilerden toplumsal ilişkilere kadar, irili ufaklı iktidarların/otoritelerin çeşitli manipülasyonlarına kolayca kurban olan insan aklı; korkularla ve çaresizlikle donatıldığı bireysel/toplumsal hapishaneden,mağaradan, kuyudan kurtulmak için, ya hırçınlaşıp büyük bir savaşı ölümüne göze alması gerektiğini ya da her şeyden 'huzurdan, konfor alanlarından' vazgeçerek kendi mezarına kendi kendine girmesi gerektiğini zannedecek kadar muhakeme yeteneğini kaybeder.

Yapması gerekenler üzerinde kafa yoramaz ve irade ortaya koyamaz.

Halbuki yapması gereken;

Oturduğu yerden kalkması...

Gaz lambasının düğmesini yoklaması...

Gerçekten kısılmış mı yoksa tamamen açık mı bakmasıdır.

Hepsi bu kadar.

Oysa, şiddete başvurmadan, büyük savaşlara girmeden, dünyayı yakıp yıkmadan, sadece sorunun merkezine odaklanıp, gerçeği görebileceği hamleyi yaparak kendi kaderini de dünyanın kaderini de değiştirebilecek kabiliyettedir insan.

Ancak, her seçim anında ve döneminde kendi iradesiyle seçtiğini zannettiği ama aslen ona dayatılan korkularının ve özgüvensizliğin rehberliğinde (konfor alanında) tercih ettiği kararların iç ve dış iktidarların baskısı ve zulmü karşısında yaşadığı kısırdöngüden/çelişkilerinden çıktığı, kurtulduğu zaman gerçeği görecektir.

Bunun için delirmesi değil, ezberlerini bozması, konfor alanından çıkmayı becermesi gerekir.

Değilse, yaşadıklarını kader olarak görmeye, dış iktidar sahiplerinin de bu korkaklığının üstünde tepinmesini kabullenmeye devam edecektir.

Tercih bizim, hayat bize lutfedilmiş bir emanettir.

Ve bizler, o hayattan/emanetten sorumluyuz.