Geçen gün bir akşam vakti kitapçı dükkanında bir dostumla hem laflıyor hemde kasaya hesap ödemeye gelen müşterilerden hesabı alıyordum.

O sırada bir kız çocuğu "Akıllı Fen Defteri" olup olmadığını sordu.

Şimdilerde bu moda oldu.

Okullarda “akıllı tahtalar” kuruldu ya,

öğretmenler ve veliler bu defterlerle çocukların daha iyi öğreneceklerine inanıyorlar.

Öğrenciye olmadığını söyledikten sonra bir anda dilimden şu kelimeler dökülüverdi.

"Bu kapitalistlerin yapmayacağı yok

Akıllı defter, akıllı telefon, akıllı saat, akılı kitap, akıllı araba falan filan..

Bunlar aklı bizim başımızdan almışlar,eşyalara vermişler.

Bize de bu eşyalara sahip olmak için arkalarından koşuşturmak düşmüş.”

Hayatı kolaylaştırmak adına yapılan, yapıldığı iddia edilen bütün bu çabalar, aslında bir ürünü satma taktiklerinden başka bir şey değil.

Böylesi eşyalara sahip olan insanların mutlu olduğunu sanıyorsak yanılıyoruz.

Mutlu olanlar bu eşyayı size satanlar olabilir belki.

Ama onlarda değiller.

Onlarda üretme ve kazanma hırsına müptela olmuşlar.

Yani hastalar.

Bize ise, mutlu olmak yerine aldığımız eşyanın bedelini ödemek düşüyor.

Hayatımızın büyük bir kısmı, o sahip olduğumuz eşyanın taksitlerini ödemekle geçiyor.

Sanırsınız bu eşyaları alanlar aldıkları bu eşyalarla işlerini kolaylaştırıyorlar.

Çok para vererek aldıkları bu eşyaların bir çok özelliğini kullanmıyorlar bile.

Çoğu zaman birbirlerine elindeki eşyanın özelliklerini söylemekle yetiniyorlar.

Bu onlara yetiyor.

Zaten eşyaların alınma sebeplerinden biri belki de en önceliklisi "ortamda" itibar elde etmek oluyor.

Bizler bu durumda sadece "tatmin "oluyor, "Mutlu" olamıyoruz.

İnsanın mutluluğunu sağlayan şey "Huzur" olmalı değil mi?

Aldığı eşyanın ödemeleriyle boğuşan bir insan nasıl mutlu olabilir ki?

Ödeme telaşındaki bir insan huzurlu olabilir mi?

Adına Modernizm mi demek lazım, yoksa Kapitalizm mi bilemiyorum.

Bizi bu dünyada mutlu etmeye çalışan, ve bu sebeple sürekli tüketmeye çağıran bir düzen var.

Hepimiz bu çağrıya bir şekilde katılmakla yükümlü sayıyoruz kendimizi.

Bu çağrıya cevap veriyor, bizim için tasarlanan, üretilen, önerilen, aslında pek de birbirinden farklı olmayan yaşam tarzına kavuşmak için “bencilleşiyoruz.”

Bir dostun yarasına merhem olmuyoruz.

Hoş, dostumuzun da derdi ve yarası ne kadar sahici ihtiyaçtan kaynaklanıyor o da meçhul.

Aslında bunlarla uğraşırken “hayatın manasını” kaybediyoruz.

Çünkü sahip olmak dürtüsünün kışkırtılmasıyla “hayatın manası” bizden kaçırılıyor.

Bunun için düşünmemiz istenmiyor.

Her şeyin “Akıllısını (!)” üreterek bunu yapmak istiyorlar.

Acaba insan denen varlık bu dünyada niçin var?

Varoluşsal görevi nedir?

Yaratan insanı yaratmakla neyi murad etmiş olabilir?

Bizler bu dünyada yemek, içmek, eğlenmek için mi var edildik.

Her sabah başlayan,  yenilenen bu koşuşturma neden?

Hangimizin sınırları net, ne istediğimizi biliyoruz?

Kendimize koyduğumuz hedef, ufuk, bizi ne kadar insani kılmaya yönelik?

Sahi bu hedeflerimiz arasında “insanileşmek” var?

İnsanileşmek “Kemale” doğru yol almaktır.

Mülke, güce, paraya, makama, statüye değil.

Merhamet, yardımlaşma ve dayanışma hedeflerimiz arasında ne kadar yer buluyor.

Yoksa her eylemimizde, ne kadar maddi kazancım olur mu diyoruz?

Bir kişinin insanlığını kaybetmesi için başka ne gerekebilir, merhametsizlik ve bencillikten başka.

Merhamet ve yardımlaşma duygusunun yokluğu, ancak kişinin zalimliğini artırır.

Japonya’ya atılan “Atom bombası” insanları, dahası canlı hayatı öldürmüştü.

Bu bir insanlık suçuydu.

İnsanları eşyaya mahkum eden, tabiatı tahrip eden bu kapitalist ve bencil hayat önerisi, insanlık için vazgeçilmez olan “manevi hayatı” öldürerek insanlık suçu işlemiyor mu?

Ne dersiniz?

 

Alvarlı Efe Hazretlerinden bir beyit:

Bulaşma çark-ı dünyâya, vücûdun pak u tâhirken,

Güvenme mâl u mülk ü mansıbın efnâsı zâhirken,

Nic’oldu malı Karun’un felek bağında vâfirken,

Nedir bu sendeki etvâr-ı dert gönlün misafirken,

Felekde hâsılı insan isen bir cânı incitme!

Günahkâr olma, Fahr-i Âlem-i Zî-Şânı incitme!