7 Eylül Aydın’ın Kurtuluş Günü törenlerinde ruh ve heyecanın olmadığına dair özellikle Atatürkçü kesimden sosyal medyada serzenişler oldu.

Törenler son derece sıradandı, ruh ve heyecan yoktu, dendi.

Karşılığında da hak veriyoruz ama geçen yıllardaki törenler de bu yılkinden farksızdı, diyenler oldu.

Şikâyetlerin bazıları hükümete yönelik muhalefet amacı taşısa da bu törenlerde geçmişi bir hayli eskiye dayanan bir heyecan ve canlılığın olmadığı da bir gerçek.

Şikayetler bana Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1932’de yazdığı Yaban’ın kahramanı aynı dertten muzdarip Çanakkale’de bir kolunu kaybeden ve İstanbul işgal edilince daveti üzerine bir askerinin Anadolu’daki köyüne yerleşen malulen emekli subay Ahmet Celal’i hatırlattı.

Hayatı İstanbul’da geçen ve Anadolu’yu pek tanımayan Ahmet Celal hayalindeki Anadolu İnsanı tasvirinde:

“Bu ülkede, temiz yürekli, duygulu ve candan insanlar vardı. Zenginin kapısı fakire açık ve gurbet yolları, mutlaka sonunda bir sıcak yurda ulaşacaktı.

Orada bütün kadınlar ana, bütün kızlar kardeş ve bütün çocuklar evlattı. Oranın taşı arkadaş, yoksulluğun derecesi bence malumdu.

Fakat bu maddi yoksulluğun içinde bir manevi varlık bulacağımı sanıyordum.”

Ahmet Celal yerleştiği köyde umduğunu bulamaz.

Köyde Salih Ağa gibi malına, parasına zarar vereceği düşmanı bırakın yılanla bile işbirliğini göze alacak derecede servet düşkünleri de vardır.

Sadece tamahkârlar mı?

Düşmana yol gösteren köy ağaları, her gelen hırsızla komşunun malını talan eden kasaba eşrafı, asker kaçağını koynunda saklayan zinacı kadınlar, frengiden burnu çökmüş sahte sofular, halkın dini duygularını istismar eden sahte Şeyh Yusuf gibiler bütün Anadolu’da cirit atıyordu.

Ahmet Celal’e göre bu konuda baş sorumlu Türk aydınıydı.

Aydınlara:“Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın,” diye sorduktan sonra yanıtını da kendisi veriyor.

“Anadolu insanının bir ruhu vardı nüfuz edemedin. Bir kafası vardı aydınlatamadın.

Bir vücudu vardı besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı işletemedin.

Onu hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti.

 Şimdi elinde orak buraya hasada gelmişsin.

Ne ektin de ne biçeceksin?”

Bu soruları soran ve Yunan İşgali başta olacaklara dikkat çeken Ahmet Celal’in uyarılarına bulunduğu köy halkı pek itibar etmez.

Ne de olsa köy halkının gözünde Ahmet Celal romana adını veren bir Yaban’dır.

 Sözü geçerli, hatırı sayılanlar ise savaş gazileri değil her yerde varlıklı Salih Ağa’lar, dini kimlikli Şeyh Yusuf’lardır.

Gazi olup da dışlanan sadece Ahmet Celal değildir, çoğu savaş gazisi sakatlıklarıyla Âdem’in Çolak Ali’si, Keziban’ın Topal Hüseyin’i gibi ya annelerinin ya da babalarının adıyla anılır, tanınır.

Önce değersizleştirmek sonra unutturulmak şehit ve gazilerin kaderi gibidir. Âdetimiz ortaklığa meydan vermeden bütün başarıyı bir kişiye mal etmektir.

Bu açıdan bakıldığında bir kentin düşmandan kurtuluşunun yıl dönümünün unutulması ya da sönük geçmesi mi normal olmayacak?

O nedenle aradan bunca yıl geçmesine rağmen bu günkü Anadolu kadir kıymet bilme konusunda Yakup Kadri’nin 1930’lu yıllarda tasvirini yaptığı o eski Anadolu’dan kalır yanı pek yok.

Örnek Kurtuluş Savaşı’nda emeği geçenler için Yörük Ali dışındaki Tarihi Şahsiyetlerin adını yaşatacak, onun adını zihinlere yerleştirecek adına açılmış bir müze ne bir sanat eseri ne de hepsinin hatırasına bir Kurtuluş Savaşı Müzesi açılabildi.

Ahde vefasızlık bu kadar olur dedirtircesine bazılarının mezar taşları bile hak ile yeksan oldu.

Hem de herkesin her platformda Kurtuluş Savaşı’nda öncü güç olan Kuvay-ı Milliye temellerinin Aydın’da atıldığıyla övünmesine rağmen...

Hem de efelik konusunda kimsenin burnundan kıl aldırmamasına rağmen…

Oysa bir millet için medeniyetin en başta gelen ölçüsü insanına verdiği değerdir.