Evet kabul etmeliyiz ki;sosyal, dini, etnik, mezhebi, felsefi ve siyasi gruplar yekpare değildir.

Bu bağlamda muhafazakarlar ve milliyetçilerde homojen/yekpare değildir.

Herşeyden önce dindar-milliyetçi aydınlar tarafından seçmenlerin beslendiği argümanlara, politik söyleme baktığımızda bu farklılığı görebiliriz.

Ülkemizde dindar, milliyetçi kesimler tarafından Fransız devriminin dünyada oluşturduğu milli devlet politikalarının neticesinde imparatorluklarda yaşanan çöküşlerin faturası hep dışarıya kesilmiştir.

Osmanlı aydınlarının halkımıza pompaladığı argüman çoğunlukla suçlu dış güçler olarak gösterildi.

Bu kolaycı, indirgemeci yaklaşım ve söylemler Türkçüler ve İslamcılar tarafından fazlasıyla önemsendi ve işlevsel bulundu.

Cumhuriyet kurulduktan sonra ise bu tezi daha çok islamcılarla birlikte dindar milliyetçiler işlemiş, alternatif tarih tezleri ve Lozan antlaşmasının gizli maddelerinin(!) varlığı ve batının Osmanlı topraklarını parçalama niyetine sahip olduğu iddiaları üzerinden Cumhuriyet ve Milli Devlete karşı pozisyon alarak siyasette dış düşmandan sonra içeride de 'işbirlikçi iç düşman' üretmişlerdir.

Bu iddialarını besleyecek argüman bulmaları çok zor değildi.

Çünkü, dünyada yaşanan değişimin neticesinde sadece Osmanlı değil, bütün imparatorlukların yönettiği topraklarda milli devletler kuruldu ve imparatorluklar parçalandı.

Buna rağmen bizim aydınlarımız yaşanan parçalanma süreçlerini sadece bizim başımıza gelmiş gibi davrandılar.

Hatta o kadar ileri gittilerdir ki, sarayın İngiliz politikalarını desteklemesine rağmen sarayı suçlamak yerine Cumhuriyeti kuran kadroların dış düşmanların istediği biçimde Cumhuriyeti kurdukları iddialarını dillendirdi, yeni yönetimin yaptıklarını İslam karşıtlığı şeklinde yorumlayarak, dış güçlerin beslediği 'işbirlikçiler' eliyle gerçekleşen; medeni, ticari ve ceza kanunlarıyla ülkeyi örtülü 'müstemleke' ülkesi olarak görmek gerektiğini söylediler, yazdılar.

Yani tarihin akışına ayak uyduramayınca suçlu aradılar, Cumhuriyetin milletin değerlerine yabancı temel ilkeler üzerinde kurulduğunu iddia ettiler.

Cumhuriyet tarihimiz bu kavgayla geçti.

Son yirmi bir yıldır ise ülkeyi islamcı damardan beslenen parti ve siyasi kadro yönetmektedir.

Yirmi bir yılın sonunda geldiğimiz yer siyasal islamcı damardan beslenen ve buna son yıllarda yedeklenen 'dinle barışık milliyetçilerle' birlikte benimsedikleri 'otoriter yönetim anlayışı' arzulanan toplumsal rahatlamayı sağlamadığı tam aksine; iktidarın gelir adaletini bozduğu, toplumda adalet duygusunun zedelenmesine sebep olduğunu gizlemek, devleti yöneten kadroların beceriksizliğini örtmek için geçmişten günümüze suçladıkları 'dış güçler' tezine sarıldılar.

Hiç şüphe yok ki bu 'dış güçler' batılı ülkelerdir ve bu sebeple suçu onların üzerine atarak 'aklanmak, beceriksizliklerini örtmek' telaşında ve bu sebeple muhalefet itibarsızlaştırılmak istenmektedir.

Oysa, Osmanlı imparatorluğunun başına gelenler 19. Yüzyılda bütün imparatorlukların başına gelmiş bütün imparatorluklar bedel ödemiş, toprak kaybetmiş, topraklarında yeni ulus devletler kurulmuştu.

Fransız devrimiyle ortaya çıkan milli devletler, sanayileşme ve değişen üretim biçimine göre pozisyonlarını belirleyerek; hem yönetim hem üretim anlayışına uygun olarak imkanlarını kullandı ve ihtiyaç duydukları değişimi gerçekleştirdiler.

Ülkemizde ise bu değişim hamlelerini yönetmek isteyenler aynı çevreler tarafından 'iç  düşman' ilan edildi.

İktidar çevreleri son yirmi yılın vebalini sadece 'dış düşman' teziyle açıklamaktadır.

ç düşman' tarafından devletin idare edildiği tezini dillendiremezlerdi zira iktidarda kendileri vardı.

İktidar olanlar bunun yerine, 'iç düşman' olarak iktidarın uygulamalarına karşı çıkan kesimleri, muhalefeti 'dış düşmanların işbirlikçisi' ilan ediyorlar.

Böylece iktidarlarını kolaylıkla aklayabileceklerini;gelir adaletsizliği, yoksullaşma, enflasyon, yolsuzluk, kamu düzeninde bozulma ve servet transferleriyle ortaya çıkan sonuçlarda iktidarı 'masumlaştırmak' istemektedirler.

İktidarın gücünü emelleri için vazgeçilmez gören ve bu güç, bütün değerlerini unutan muhafazakar-milliyetçi seçmen, iktidar tarafından kendilerine öğretilen 'dış düşman ve işbirlikçi muhalifler' iddialarına dört elle sarılmaktadır.

Siyasal hayatımızda varlığını sürdüren muhafazakarlar, geçmişten günümüze milli irade üzerinden demokrasi ve hukuk devleti talebinde bulunuyorlardı.

Milliyetçi ve muhafazakarlar, 21 yıldır ve özellikle fiilen 2016 yılından sonra uygulanan politikalarla belirginleşen otoriteryen ve tahakkümcü iktidar politikalarının tavizsiz savunucusu olmayı kendilerine mecbur hissediyorlar.

Bu desteklerini de 'dış düşman' iddiaları üzerinden normalleştiriyorlar.

İktidardan memnun olmayan muhafazakarların ise gelecek iktidar tarafından kazanımların tehlikeye düşmesinden endişe ettikleri ifade edilerek onlara güvence verilmesi istenmektedir.

Bu talebe hak vermekle beraber tahakkümcü muhafazakarlığın toplumda açtığı yaraları da görmemiz lazım.

Zira toplum şu anda otoriter dindar-milliyetçiler eliyle mengene gibi sıkıştırılmaktadır.

Bu gerçek göz ardı edilmemelidir.

Bize göre, toplumsal kutuplaşmayı tırmandıran 'Dış düşman' iddialarıyla ülkeyi bölen iktidar kesimidir.

Bu sebeple makul-mutedil muhafazakar-milliyetçiler tahakkümcü ve bölücü muhafazakar-milliyetçilere eliyle yaşanan olumsuzlukları açıktan itiraz etmelidir.

Bu yük onların omuzundadır.

Bunu onlardan beklemek otoriterliğe karşı mücadele eden kesimlerin hakkıdır.

Bu kesimlere şunu hatırlatmakta fayda görüyorum, 'Hep bana/bize' diyerek adil olamaz, toplumsal barışı, eşit haklar ve hukuk devletini etkin kılamazsınız.

***

Deprem olan ve etkisini fiziki olarak hisseden illerimiz başta olmak üzere milletimize geçmiş olsun diyor, ölülerimize rahmet milletimize metanet diliyorum.

Yaralarımızı sarma vaktidir.