Tarihte kısa bir gezinti yapalım. Bundan beş bin yıl önce Mısır Firavunları kendilerini öyle yüceltmişler ki tanrılaşmışlar. Firavunlar kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcileri olarak görmekle yetinmemiş, kendilerini tanrı olarak görüp tapınaklarda kendilerini tanrılarla birlikte betimletmişler, adlarına tapınaklar yaptırmışlar, halkın kendilerine tapmalarını istemişlerdi. Artık nasıl bir ego olduğunu siz düşünün.

Bundan iki bin yıl önce Roma İmparatorluğu’nda savaştan dönen komutanları halk büyük bir coşku içinde karşılarmış. İmparatorun hemen yanında bulunan ve sırf bu iş için görevli kişi komutana; "Unutmayın efendim, siz tanrı değilsiniz!" derlermiş. Hoş, sonraları Roma İmparatorları bu uygulamadan vazgeçmiş, neredeyse kendilerini pagan inanışındaki tanrılara eş görüp kendi adlarına tapınaklar yaptırmışlardır. Artık nasıl bir güç zehirlenmesi yaşadılarsa kendilerini tanrı olarak görmüşler.

Benzer bir durum Osmanlı döneminde de yaşanmıştır. Osmanlı padişahlarının Kadir Gecesi namaz kılmak için camiye gidiş gelişlerinde yapılan geniş katılımlı törene “Kadir alayı” denirmiş. 19. yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı padişahları, Kadir Geceleri iftardan sonra teravih namazı kılmak için önceleri Ayasofya Camisine, sonraları ise Dolmabahçe ve Yıldız Sarayı civarındaki camilere giderlermiş. Padişahlar, gittikleri bu camilerde cemaatle beraber yatsı ve teravih namazı kılarlarmış. Kadir alayı sırasında Topkapı Sarayından Ayasofya Camii’ne kadar olan yolun iki tarafı çeşitli kandiller fanuslar ve meşalelerle aydınlatılmış. Padişah geçerken saray ağaları hep bir ağızdan “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var” diye seslenirlermiş. Namazdan sonra padişah aynı alayla saraya dönermiş. Saltanat işte.

Bayram ve Cuma namazları için, Kadir Gecesi için saray eşrafından alaylar kuran padişahların bu debdebe içinde mağrurlanmamaları elbette mümkün değildi. Şimdilerde de benzer debdebeyi görmek mümkün. Hatta, bırakın ülkeyi yöneten kesimi, Vali, Belediye Başkanı gibi çeşitli görevlerde bulunanlar bile aynı debdebe içinde yaşıyorlar. Bırakın Bayram ve Cuma namazlarını sıradan bir iş için bile dışarı çıktıklarında ve makama geri geldiklerinde aynı debdebe görülebiliyor. Ama unuttukları şey, mezarlıkların kendilerini vazgeçilmez olarak görenlere dolu olması ve çoğunun görevi bitince yolda selam verecek kimse bulamayacak olmaları.

Sadece yönetenler ve siyasiler mi? Elbette hayır. Nedense küçük dağları ben yarattım havasında yaşayan o kadar çok insan var ki, insan bunların çokluğuna şaşırıyor. Bu arkadaşlar egosundan arınınca geriye hiçbir şeyi kalmıyor. Egoları o kadar şişkin ki adeta pilates topu gibi görünüyor. Egosunu beslemekten karakterlerini aç bırakıyor bu arkadaşlar. Sonra ortalık karakteri zayıf insanlarla doluyor. Hele bir de liyakat olmayınca bunların havası uçan balonlara dönüşüyor.

Özellikle siyasette kendi çabası ile değil, birilerinden sırtına basarak yükselenler, birilerine sırtına dayayıp bir yerlere gelen siyasilerde bu egolar o kadar şişkin oluyor ki görevleri sona erince patlayıp gidiyor. Bu kişiler seçim öncesi yapılan çalışmaları, kendisine destek verenleri koltuğa oturunca birden unutuyor, hatta tanımamazlıktan geliyorlar.

O koltuk öyle bir yer ki, oturanı kendine yapıştırıp ayrılmasını engelliyor. Öyle bir etki yapıyor ki, daha düne kadar insanları kucaklayan, sevecen davranan, onlara gülümseyen kişi gidiyor, yerine burnu büyük, insanları tanımayan, diğer insanları küçük gören başka biri geliyor. O makamda olduğunu göstermek için herşeyi yapıyorlar. Gereksiz karşılama törenleri, gereksiz makam araçları, gereksiz harcamalar, gereksiz törenler, gereksiz uygulamalar vs. Bakın çevrenize, gözlemleyin, neler göreceksiniz. Kimler neler yapıyor, kimlerin burnu yere göğe sığmıyor. Ama unuttukları bir şey var, er veya geç tecelli edecek olan ilahi adalet.

Bu dünyadan ne firavunlar, ne imparatorlar, ne padişahlar gelip geçti, şu ölümlü dünyada elbette sizler de gelip geçeceksiniz.

"Kendine hayran olanlara, kimse hayran olmaz." (Konfiçyüs)