Serbest seçimle yönetimlerin belirlendiği demokratik ülkelerde elli gram bile ağırlığı olmayan mazbatalar sorumluluğunun bilincinde olanların elinde olmak kaydıyla bir milletin bir bölgenin umudunu, inançlarını ve beklentilerini içinde taşır.
Yargı denetiminde yapılan seçimlerde başarılı olanlara kazandıklarına dair bir yazı verilir ki, tutanak anlamına gelen bu yazılı belgeye mazbata dendiğini sanırım bilmeyen yoktur.
O belgeyi alma başarısı gösteren ister milletvekili, ister belediye başkanı ister il, ilçe yöneticileri olsun seçildikleri görevlere,onları layık gören seçmenlerin tümünün temsil sorumluluğunu da yüklenmiş olurlar.
İdrakinde olanlar için mazbatanın asıl anlamı bu sotumluluğun farkında olmaktır..
Ama ne var ki, her partinin tüzüğünde önseçim yer aldığı halde son zamanlarda yapılan seçimlerde adaylar delegeler ya da partiye kayıtlı üyeler yerine genel merkezler tarafından belirlenmektedir.
Seçmene düşen formaliteyi yerine getirmek, sandığa giderek kendilerine sunulan listeyi onaylamaktır.Sorumluluk noktasında bu durum seçmenle milletvekillerinin ve diğer seçilmişlerin bağını zayıflatmaktadır.
Adayı seçen delege olmayınca vekil ya da belediye başkan adayları parti teşkilatları yerine tek seçici, tek delege genel başkanın gözüne girmek için çaba harcamakta, seçmeni pek ipler değerde görmemektedir.
Denebilir ki, önseçimlerde de delegelerin özgür iradeleriyle adayları belirlemesine izin verilmiyor, nüfuzu olan il, ilçe ve belediye başkanları delegeleri bazı adaylar lehine veya aleyhine yönlendirebiliyorlar.
Ama her şeye rağmen önseçim hem daha demokratiktir hem de milletvekilinin ya da belediye başkanının seçmene karşı kendini daha fazla sorumlu hissetmesine neden olmaktadır.
Kaldı ki, demokrasi kusursuz bir rejim değildir. Ancak emsallerine ve günümüzedek denenenler arasında en az mahzurlu bir yönetim şekli olduğu için tercih edilmektedir.
Parti teşkilatlarının milletvekili adaylarını belirlemede teşkilatları dışlamalarının bir sonucu,14 Mayıs seçimleri Aydın’da bütün partilerin aday listeleri seçmenleri tarafından eleştirilen bir seçim olmuştur.
Hangi partili olursa olsun seçmen gönlünden geçen adayları partilerinin milletvekili listesinde göremeyince kerhen oy verdi. O bakımdan büyük çoğunluk 14 Mayısta Aydın’da ehvenişeri oyladı, demek pekala mümkündür ki bu da siyasette kalite eksikliği demektir.
.Vatandaştaki siyasete karşı soğukluk tam da bu noktada, ehvenişeri oylamakla başlıyor. Bu zafiyet seçmene dolayısıyla millete karşı olan sorumluluğu da azaltıyor.
Halbuki o öyle bir sorumluluktur ki, Hz. Ömer gibi yükümlülüklerinin tam idrakinde olanların vicdanını sızlatır, uykularını kaçırır, olan hak ve hukuksuzluklar karşısında “benim de bir günahım var mı” diyerek kendini hesaba çektirir
Bu sorumluluk duygusu “kul hakkı yedim mi ya da bilir bilmez yenmesine aracılık ettim mi”, diyen insana vicdan muhasebesi yaptırır.Aksi halde siyaset arenası rant ve bir zenginleşme aracına dönüşür.
Oysa bizim inancımız ve kültürümüze göre devletin gücünü ve kaynaklarını kullanan ister bürokrat ister siyasetçi her kim olursa olsun fark etmez yenen yetim hakkı gün olur yiyenin karşına çıkar ve bedelini ödetir.
Temel inancımız odur ki,emaneti suistimal edenler ne tür kılıf uydururlarsa uydursunlar ilahi adaletten yakalarını kurtaramazlar,, sorumluluktan kaçamazlar.
O bakımdan bu kendini hesaba çekme insanın kendisiyle öyle bir yüzleşmesidir ki, karşılaştığı her olumsuzlukta inançlı insanlara, “acaba bir hakı yedim de ona karşılık mı bu musibet başıma geldi”, dedirtir.
Daha doğrusu dün böyleydi huzur bulacaksak günümüzde de öyle olması gerekir.
Eğer bir tolumda bunlar yaşanmıyorsa bilin ki siyasetçiler o mazbatalarının kendilerine yüklediği sorumluluğun ya farkında değillerdir ya da kendilerine oy veren seçmenin iradesini manipüle ederek onu kısa gün ticareti için kullanıyorlar demektir.
Bunların sonucunda kaçınılmaz olan yozlaşma siyaset arenasıyla kalmaz, bürokrasiyi de etkisi altına alır.
Sırtını bir dayıya dayayan bürokrat da denetimsizliğin de etkisiyle ya kendini siyasi atmosferin rüzgârına kaptırır, yediği kul hakkına kendince ama ideolojik ama siyasi bir kılıf uydurur ya da koltuk hevesine kapılır, cehaletinin kendine kazandırdığı cesaretle hak, hukuk tanımaz, başına buyruk,kendini devlet zanneder.
Bu şekilde meydanın kifayetsizlere kalmasıyla ortalıkta ne adalet ne de ehliyet ve liyakat kalır.bu durumda elbette siyaset yozlaşır, bürokrasi despotlaşır, devlette keyfilik yaygınlaşır, sonuçta israfın yaygınlaşması devletleri kendi kendine yetemez hale getirir.
O bakımdan serbest seçimle yönetimlerin belirlendiği demokratik ülkelerde elli gram bile ağırlığı olmayan mazbatalar, sorumluluğunun bilincinde olanların elinde olmak kaydıyla, bir milletin bir bölgenin umudunu, inançlarını ve beklentilerini içinde taşır.
O mazbatalar siyaseti memleketin dertleriyle dertlenmek yerine servetine servet katmak, ilk iş yakın akrabalarını işe yerleştirmek, bol maaşlı emekliğe ve sağladığı konfora kavuşmak için yapanlara hizmet de edebilir.
Eğer bir toplumda yozlaşmışlık ve değerler aşınması o dereceye ulaşmışsa o toplumlarda gerek ekonomik açıdan gerek insan kalitesi olarak sorun var, demektir.
Yönetim sorumluluğu konusunda günümüzde muhafazakar kesimlerce sıkça referans verilen ancak uygulamaya gelince üzerinde pek durulmayan Hz.Ömer’den iki örnek:
Halife Ömer, seçildiğinde aldığı maaş selefi Hz. Ebu Bekir’in aldığı kadardı. Bu şekilde bir müddet devam ettikten sonra yakın çevresi Hz.Ömer’in dara düştüğünü gözlemledi.
Bunu gören Sahabe’den bazıları bizzat Halife’nin kendine başvurarak maaşını artırma teklifinde bulunulmasını önerdi..
Hz. Ali’nin “Bu teklifi kabul edeceğini düşünmüyorum ama yine de gidip teklif edelim” demesine karşılık Hz. Osman: “Ömer’in hak ve adalet konularında ne kadar tavizsiz olduğunu hepimiz biliyoruz. Reddetme ihtimaline karşı bu teklifi kıramayacağı kızı Hafsa’ya yaptıralım ,” der.
Kararlaştırıldığı üzere Hz.Hafsa teklifi götürünce Babası Ömer oldukça hiddetlenir ve ona sorar:
-Sen onun evindeyken Allah’ın Elçisi’nin giydiği en kıymetli elbisesi neydi?
Hz.Hafsa:
-İki tane elbisesi vardı, elçileri onlarla karşılar, Cuma hutbesini onlarla okurdu,der.
Hz. Ömer:
-Pekiyi, yediği ekmek neydi?
Hz.Hafsa:
-Hepimizin yediği arpa ekmeğiydi, der.
(***)
Daha sonra Halife Ömer: “ Benim tarafımdan seni gönderenlere söyle! Allah’ın elçisi kendisine yetecek miktarını tespit eder, fazlasını ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı.
Kendisi kalanıyla yetinirdi. Ben de kendime yetecek olanı tespit ettim. Artanını ihtiyaç sahiplerine dağıtacağım”, dedi ve maaş artırımına izin vermedi.
***
Halife Ömer bir gece vakti dolaşmaya çıktığında Medine’nin kenar mahallelerinde bir evde ağlayan çocuk sesleri duyar. Eve yaklaştığında çocuklarla birlikte yaşlı bir kadının ocakta bir tencere kaynattığını görür.
“Çocukların niye ağladığını” sorduğunda kadın “açlar da ondan”, cevabını verir. “Ocakta kaynayanın ne olduğunu” sorunca da “onları çorba yerine oyalayacak içinde birkaç parça taş olan su”,yanıtını alır.
Bunun üzerine Hz. Ömer: “bu çocukların açlığından sorumlu benim” diyerek devlete ait depodan yüklendiği un çuvalını o eve bizzat kendi götürür ve kadına teslim eder.
Çocukların karınları doyup sesleri kesilinceye kadar da oradan ayrılmaz.
İşte mazbata sahibi olmak böyle bir hassasiyeti ve sorumluluğu da beraberinde getirir. Yoksa o mazbata bir rant aracı, konfor sağlayan bir kağıt parçası olmaktan başka bir işe yaramaz.
Öyle bir mazbata da olmasın Aydın için daha iyi…