Bir hayalin, idealin peşinden koşanlar her zaman kendileri gibi kelle koltukta savaşacak yol arkadaşı, mücahitler bulmuşlardır.

(Buradaki “mücahit kavramı”  ütopya iddiasında olanlar için bir koltuğa seçimle gelmişse partili yakın çevresini, atanmış ise yakın arkadaş ve dostlarını ifade eder).

İster seçilmiş ister atanmış olsun bu gerçek herkes için geçerlidir. Ancak sandığın büyüsü atanmışa benzemez.

O bakımdan seçimle koltuğa oturanların birinci, zafer dönemleri öyle çok uzun sürmez, seçimin ardından ikinci dönem ‘mücahitlerin tasfiye süreci’ başlar.

Başladığının ilk işareti de kelebeğin yanan ışığın çevresinde döndüğü gibi her devrin adamı olmayı ustalıkla başaran  “çıkarcıların” aslan payını kapmak için kazananın yanında gözle görünür şekilde saf tutmasıdır.

Yaşanan işgal karşısında mücahitler rahatsızlıklarını dile getirseler de onların bu uyarıları koltuk sahibi üzerinde pek etkili olmaz.

Çünkü her koltuğa oturan tebrik ve övgü ister, zaferi kutlansın ister, başarıyı tek başına sahiplenmek ister.

Mücahitlerden bazıları gayeye ulaşılınca “görevimiz bitti” diyerek kendi köşelerine çekilir, geride kalanların da çoğu ilerleyen süreçte çıkarcılarla baş edemez, gözden düşerler.

Zira koltuk sahipleri yol arkadaşlarının, akıl vermelerinden, işine karışılmasından pek hoşlaşmazlar.

O nedenle çevresinden uzaklaşmaları işlerine gelir.

Meydanı mücahitlerden temizlemede ‘çıkarcı kifayetsizlerin’ en etkili silahları, dedi-kodu çarkını döndürmeleri bir hayli etkili olur.

Öyle ki, bu güruh maharetleriyle bırakın ‘mücahitleri’ birbirine düşürmeyi, kardeşi, kardeşe, babayı oğla kırdıracak derecede düşman ederler.

Sonuçta mücahitlerden köşelerine çekilenlere, etliye sütlüye karışmayanlara pek bir şey olmaz.

Durumu kabullenmeyenler ise trollerin kara propagandalarıyla hainlik, düşmanların oyununa gelme damgasını yiyebilirler.

Artık çıkarcı grubun da pabuçlarının dama atılma zamanı gelmiştir şimdi sıra onların yerini yalakaların diğer bir ifadeyle “Her Şeye Müsait Takımının” almasına gelmiştir.

Ve mücadelede üçüncü ve sonuncu dönem de böylece başlar.

Aşırı övgüler sonucu “ben neymişim” havasına kapılan  “koltuk sahipleri” eleştiri geleneği de olmadığı için kendilerini ‘âlemlere sultan oldum’,sanırlar..

Çünkü servet, şöhret ve koltuk olgunluk ateşinde yeterince pişmemiş olan hamları bozar.

En tehlikeli olan da koltuktur.

Çünkü koltuk, yönetme hevesi yaratılıştandır.

Ayrıca çekicidir… Oturan kolaylıkla terk etmek istemez.

Uğrunda ne kanlar akıtılmıştır… Kardeş katli bile taht uğruna mubah sayılmıştır.

Bir de koltuk yeterince pişmeyenleri çarpar… Huyunu değiştirir… Kibir abidesi yapar,

Görgüsüze babasını ayağına çağırttırır… Ben ne oldum delisi yapar. Egosunu tavan yaptırır… Herkese tepeden baktırır.

Cirmine bakmaz, insana dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünü sandırır… Denizlere kılıç çektirir… Dağlara kafa tutturur… Aya meydan okutturur.

Böylece egosunun atına binenler çevrelerini saran “ her şeye müsait kifayetsiz takımının” o kadar etkisinde kalırla ki, adeta kendilerine yabancılaşırlar, onların yörüngelerine girerler.

Onun gözünde artık eski arkadaşları mücahitler birer medeni ölü hükmündedirler.

Koltuk sahiplerindeki bu algının bir adım sonrası kendini kurumla özdeşleştirme,“Ben gidersem bu kurum batar” vehmidir.

Bu kısır döngü bu coğrafyada yaşayan toplumların bir kaderidir… Az gelişmiş olmalarının en başta gelen nedenlerinden biri de sanırım bu kısır döngüdür.

Oysa ister toplum ister insan olsun hayat bir devir daimden ibarettir.

Bu döngünün bir gerçeğidir, mahkeme kadıya mülk değildir,” her oturan kalkar, bu koltuklardan kimler, geldi, kimler geçti ne o koltuklar boş kaldı ne de o kurumlar battı.

Her şey eskisinden daha güzel oldu.