Bu hafta yalnızca sizlerin değil aynı zamanda halkın vekili siyasetçilerin de dikkatle okumasını ümit ettiğim bir konuyu ele alacağım. Zira temas edeceğim mesele, bireysel hayatlarımızdan toplumsal refahımıza, devlet yönetme anlayışımızdan küresel arenadaki duruşumuza kadar hemen her şeyi etkiliyor. Konumuz, ülkemizdeki kurumsal yapının geleceği ve siyaset kurumunun halk üzerindeki doğrudan etkisi.
Değerli okuyucularım, yeni yıldaki ikinci köşe yazımla sizlerle birlikteyim. Toplumun nabzını tutan köşe yazıları yazmanın en güzel yanı sizlerin samimi geri dönüşleri. Yazılarımı her hafta ilgiyle takip eden ve çok güzel dönüşler aldığım siz değerli okuyucularıma teşekkür ediyorum.
Bu hafta yalnızca sizlerin değil aynı zamanda halkın vekili siyasetçilerin de dikkatle okumasını ümit ettiğim bir konuyu ele alacağım. Zira temas edeceğim mesele, bireysel hayatlarımızdan toplumsal refahımıza, devlet yönetme anlayışımızdan küresel arenadaki duruşumuza kadar hemen her şeyi etkiliyor. Konumuz, ülkemizdeki kurumsal yapının geleceği ve siyaset kurumunun halk üzerindeki doğrudan etkisi.
Yeni bitirdiğimiz 2024 yılında Prof. Dr. Daron Acemoğlu, ekonomi alanında geliştirdiği teorisiyle Nobel ödülüne layık görüldü. Bugüne kadar sosyal bilimler alanında hiç verilmemiş Nobel’in bu dönem Daron Acemoğlu’nun çalışmasına verilmesi de oldukça önemliydi. Prof. Acemoğlu, Nobel’i alan üçüncü Türk oldu. Bu yüzden tanınması ve gençlere anlatılması da ayrıca önem arz ediyor.
Acemoğlu, çalışmasında şimdiye kadar geliştirilmiş bütün iktisat teorilerini alt üst eden temel bir ekonomik faktörden bahsediyor. Bir ülkenin ekonomik refah seviyesini belirleyen en önemli faktör coğrafi konumu, doğal kaynakları, kültürü, tarihten gelen yapısı, dini veya dış güçlerin etkisi değil kapsayıcı KURUMLARIN varlığı.
Daron Hoca kurumları iki ana gruba ayırıyor:
• Kapsayıcı kurumlar
• Sömürücü kurumlar
Daron Acemoğlu’nun okuduğum Dar Koridor isimli kitabından sizin için seçtiğim birkaç örnekle mevzuyu daha iyi anlatabileceğimi düşünüyorum.
Güney Kore ve Kuzey Kore benzer kültürel geçmişe sahip iki komşu ülke. Ancak Güney Kore bugün dünya ekonomisinde önemli bir yere sahipken Kuzey Kore sefalet içerisinde yaşamaya devam ediyor. Aradaki farkın sebebini yalnızca yönetim biçimlerinin benimsediği iktisadi modellerle açıklayanlara aynı kapitalist düzendeki ABD ve Meksika’nın ortak sınırına yakın Arizona ve Sonora şehirleri üzerinden de çarpıcı bir karşılaştırma sunabilirim. Bir tarafta kişi başına düşen gelir 30 bin dolarken çiti geçtiğiniz anda bu rakam 6 bin dolara geriliyor. Bu fark coğrafya ya da kültürle değil kurumsal yapıyla ilgili.
Kurumlar derken, yalnızca devlet daireleri, belediyeler, okullar veya hastaneler gibi resmi olanları kastetmiyorum. Bunların da üzerinde gerek bu kurumların işleyişini gerek toplumu yöneten erki ve seçimle belirlediğimiz siyaset kurumunu ve partileri kastediyorum.
Türkiye’deki Mevcut Durum: Zayıflayan Kapsayıcı Kurumlar
Ülkemiz, yakın geçmişte kapsayıcı kurumlar sayesinde önemli ekonomik ve sosyal atılımlar gerçekleştirdi. Özellikle 2000’li yılların başında AK Parti’nin kurulması ve iktidara gelmesiyle yapılan ekonomik reformlar ve sağlanan siyasi istikrar vatandaşın refahını artıran kapsayıcı bir kurum kültürünün sonucuydu. Çünkü Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan AK Parti’yi kurup, yapılandırıp ve siyaset sahnesine çıkmakla yetinmedi. Yıllar içerisinde parti kurumunu geliştirmek için parti içi eğitim seminerleri, teknoloji uygulamaları ve en önemlisi insani sermayeye yaptığı yatırımlarla Partisini dünyanın en büyük sivil toplum kurumuna dönüştürdü. Bu da onu sürekli iktidara taşıdı ve iktidar süresince etkili şekilde organize olmuş o yapının yönettiği devlet kurumları da refaha eren bir toplum ortaya çıkardı.
Ancak zamanla bu durum değişti. AK Parti’yle birlikte diğer partiler de ideoloji ve halka hizmet misyonuna dayalı kurumlardan iç mücadeleler ve güç savaşlarıyla meşgul yapılara evrildi. Parti içi demokrasinin zayıflaması, gerçeklikten uzak temayül yoklamaları, büyük paralar harcanarak düzenlenen gösterişi bol kongreler ve liyakatin göz ardı edilmesi kapsayıcı kurumların yerini sömürücü yapılara bırakmasına neden oldu. Bu sorun zincirleme şekilde tüm kurumları etkiledi ve ekonomik sıkıntıların artmasına, toplumun farklı kesimlerinde umutsuzluk duygusunun yayılmasına yol açtı. Parti içi çekişmelerin, şahsi çıkarların ve küçük hesapların siyaseti belirlediği bir ortamda halkın sorunlarını çözecek vizyona sahip bir siyaset kurumunun gelişmesi zorlaştı. Oysa siyaset kurumu halkın temsil edilme arzusunun bir yansımasıydı ve doğru işlediği takdirde toplumun refah seviyesini doğrudan etkiliyordu. Bugün ne ana muhalefet partisi kırmızı kart göstermek veya ışık kapatıp açmak gibi absürt ve popülist çabaları bırakıp topluma umut verecek projelerle sahneye çıkabiliyor ne de İktidar Partili siyasetçiler bir görev kapmak için birbiriyle savaşmak yerine halkın taleplerini önceliyor.
Yeniden Yapılanmanın Lüzumu
Bugün Türkiye’de toplumun tüm kesimlerinin ortak bir şikâyeti var: İnsanlar, kendilerini temsil edecek, sorunlarına çözüm üretecek bir siyasi parti ya da hareket bulamıyor. Bu durum siyaset kurumunun tıkanması ve çözüm üretme kapasitesinin azalmasına yol açıyor. Bu yüzden diyorum ki partiler, halkın güvenini yeniden kazanmak için önce kendi içlerindeki yozlaşmış yapıları temizlemeli. Parti liderleri, blok oylar ve istatistiksel oy hesaplarıyla parti yöneticilerini belirlememeli. Eski duygu ve dava anlayışına geri dönülmeli.
Çok yorulmuş ve bir dönem doğru işlemiş bir sisteme kendinizi bırakmış olabilirsiniz. Denenmişle kolay yolu seçmek, “tanıdık, bildik insan olsun” siyaseti yapmak yerine, siyasetle gelen güce tamah edenlerin savaşına dahil olmak istemeyip siyasetten kaçan becerikli ve zeki insanları bulup çıkartın. Size bölge insanının sesini duyuracak, halkın derdiyle dertlenecek liderler ve adaylar belirleyin. İşte o zaman sömürücü düzene karşı çıkmış, ticarethaneye çevrilmemiş parti kurumlarınız olur. Şu cemaatin şu kadar oyu, bu aşiretin bu kadar oyu gibi hesap kitaba hacet kalmaz, zaten oy gelir.
Zincirin ilk halkası olan siyaset kurumu diğer bütün kurumları düzenlediği için ülkenin ekonomisi de refah düzeyi de artar. Nobel ödüllü bu teori açıkça gösteriyor ki kapsayıcı kurumlara sahip ülkeler geleceğin kazananları olacak. Türkiye, daha önce de deneyimlediğimiz üzere bunu başarabilecek potansiyele sahip.