Siyasal hayatımızda büyük çoğunluğun ortak kanaati koalisyon kötüdür. 

90'lı yıllarda yaşanan koalisyon hükümetleri bu kanaatin oluşmasına sebep olmuştur.

Bu sebeple insanlar seçimlerde istikrar aradı, tek başına hükümetler tarafından yönetilmek istedi.

Tek başına iktidarlar, koalisyonlarla yorulan insanlarımız için çare olarak görüldü.

Başına buyruk iktidarların da tehlikeli olma ihtimali hep hesap dışı tutuldu.

Biraz siyasetin doğasından, birazda siyasetçinin gücü ele geçirme arzusuyla tek başına iktidar topluma kurtuluş olarak sunuldu.

Toplum bunun karşılığını aldı, fakat bu karşılık maalesef bir dönemle sınırlı kaldı.

Tek başına iktidarını sürdüren partiler ise ikinci dönemlerinde yurttaşlar tarafından verilen gücü hoyratça kullanmaya, hizmet siyaseti yerine toplumu ayrıştırcı siyasete veya kamu malından haksız kazanca yöneldiler.  

Sağ iktidarlar bu yüzden siyaset dışı güçlerin darbeler yoluyla siyasete müdahalesine şahit olduk.

Sağ siyasetçiler darbe geleneğini kötülerken darbelerin suçlusu olarak "CHP zihniyetini" gösterdi.

Maalesef CHP'de bu darbelere karşı demokrasinin yanında yer almadı.

Yapılan müdahalelerin oluşturduğu mağduriyetler ise siyasetin kimyasını  bozdu.

1961-1971-1980 ve 28 Şubat post modern darbeleri bu iddiamıza örnektir.

Bu kimya bozumu zaman zaman sağ ve sol iki ana akımın temsilcisi partilerin koalisyon oluşturmasıyla çözülür zannedildi ama bunda da başarılı olunmadı.

Büyük umutlarla 1991 yılında kurulan DYP-SHP iktidarı "Derin devlet" denilen, devlet içinde yuvalanmış gayri meşru yapılar tarafından ayrılıkçı terör ve Halkın Emek Partisi vekilleri üzerinden operasyona uğradı.

Yıkılan DYP-SHP koalisyonundan sonra iktidara gelen koalisyonlar ise istikrarı sağlayamadı, terör ve faili meçhul cinayetler çoğaldı, ekonomik kaos arttı, ülke yönetilemez hale geldi.

Bu aşamada ordu içinde, "Batı Çalışma Grubu"ndan bahsedilmeye, bu grup eliyle siyasete müdahale başladı; özgürlükler, haklar, hukuk askıya alınarak siyasete emrivakiler yapıldı.

Kısacası siyasetin kimyasıyla oynandı ve 1999 seçimlerine bir takım partilerin büyümesini sağlayacak hediyeyle gidildi.

O hediye, ayrılıkçı terör örgütü lideri Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye hediye edilmesiydi.

Hediyeyi Türkiye'ye kimin verdiği herkesin bildiği ama resmen açıklanmadığı için kimsenin alenen söyleyemediği de bir gerçek.

1999 seçimlerine bu şartlarda gidildi.

Seçimler tek başına iktidar getirmedi.

Ancak MHP ve DSP gibi milliyetçi partiler güçlenerek çıktılar.

Bu iki milliyetçi parti eliyle teslim edilen emanetin meclis yoluyla idamı engellendi.

O seçimlerde büyüyen partiler seçmenlerin beklentilerine cevap üretemeyince yeniden iktidar arayışı başladı.

O süreçte yorulan millet ortaya koydukları performans ve demokrasi vaadine inanarak Ak Partiye yöneldi.

Ak parti aslında çıkış itibariyle büyük bir muhafazakâr-milliyetçi-liberal-demokrat koalisyondu ve topluma demokrasi, hukuk, kalkınma vadediyordu.

Ak Parti başarılı oldu mu sorusu elbette önemli.

Bana göre 2011 seçimlerine "Ustalık?" evresine kadar Ak Parti çıkış ilkelerine bağlı kaldı ve başarılı oldu.

Başarılarıyla toplumda rahatlama sağladı.

Ortaya çıkan başarıda Ak Parti etrafında toplanan bürokratların katkısı da yüksekti. Ak Parti, milletten aldığı güç arttıkça kadro-ekip partisi olmaktan çok, lider partisi olma yoluna yöneldi.

Erdoğan 2011'den sonra partiyi bloke etmeye, partinin yönünü değiştirmeye başladı.

Erdoğan'a bu süreçte karşıtları da destek oldu onlara karşı mücadele için parti içinden gelen destekle malum yapıyla mücadele gerekçesiyle parti içinde de demokrasi diyenler bu vesileyle ya tasfiye edildi ya da etkisizleştirerek lider yörüngesinin etkisi altına alındı.

Artık demokrasi yerine "Tekçi" söylemler dillendiriliyor, "Milli İrade" ise sandık çoğunluğu olarak "Tefsir edilerek yorumlanıyordu."

Erdoğan bu yorumun ekmeğini epey yedi ve yeme arzusunu sürdürmek istiyor.

15 Temmuz kalkışması da kamu düzeninin "Otoriteryen karakter" almasını hızlandırdı.

Bu süreçte ortaya konan politikalar ise "Yerli ve Milli" söylemiyle toplumda meşrulaştırıldı.

"Yerli ve Milli olmak" doğrusu sadece yaptığı yanlışları örtmek için kullanılan bir araçtı ama epey iş gördü.

Hatta ısmarlama muhalefet isteyecek kadar ileri gittiler.

"Beka, Dış Düşman, İç Düşman, Hain" söylemlerine baktığımızda bunu açıkça görüyoruz.

Erdoğan'ın siyasi liderliğini üstlendiği, Bahçeli'nin desteklediği yeni otoriter politikalarla hızla ilerliyor.

Hızla diyorum zira hükümet artık kimseye güven vermiyor, ülkeyi yönetemiyor.

Bu durum iktidarın itibar ve oy kaybına dönüşüyor.

Önümüzde yaklaşan bir seçim var.

Bu seçim ülkenin kaderini belirleyecek.

Halkımızın geçmiş tercihlerine baktığımızda; adalet, demokrasi, kalkınma, adil gelir dağılımı, özgürlükler ve denetlemeye açık temiz siyasetten yana tercihte bulunacağından şüphem yok.

Seçmenler ne istediğini sandık önüne geldiğinde söyleyecektir.

Mevcut seçim sistemiyle iktidar değişimi ancak çerçevesi iyi çizilmiş bir işbirliği ile mümkün olur.

Bu bakımdan altılı masa işbirliği ve kendi içinde oluşturacakları ittifak veya ittifaklarla ortaya konacak seçenekler, seçmenler tarafından dikkatle takip edilmektedir.

Altılı masanın ilkeler birlikteliği ve kendi aralarında ortaya çıkaracağı ittifaklar ülkenin önünü açacaktır.

Değişim ve toplumsal barış isteyen seçmenlerin gözü altılı masaya çevrilmiş durumda.

Altılı masayı sadece seçmenler değil, karşıtı olan iktidar ve çevreleri de dikkatle takip etmekte ve itibarsızlaştırmak için olmadık söylemlere sığınmakta, düşmanlaştırıcı söylemlerden medet ummaktadır.

Seçime önümüzde daha on ay gibi bir zaman var.

Bu zaman diliminde milletimiz için zor geçecek karakış var.

Yönetilmek yerine sürüklendiğimiz bu süreç bize elbette bir şeyler öğretiyor.

Millet olarak yaşananlardan anladık ki, çare tek başına iktidar değil; istişare, danışma, liyakate dayalı ve en önemlisi hem siyasi hem hukuki denetime açık bir yönetim kurmaktan geçecek.

İktidarın patronajlığı altında; hakikati çarpıtan medya, gücün karşısında suspus olmuş yargı, denetleme hakkını yitirmiş meclis, bu atmosfere direnemeyen iş dünyası ve STK'ların tutumu ve yine sesi iyice kısılan akademik ve aydın çevrenin varlığına rağmen vicdanlar etki altına alınamamakta, muhalif cesur çıkışlar toplumdan karşılığını bulmaktadır.

Tek başına ve başına buyruk, hesap vermekten kaçan iktidar ve kamu bürokrasisinin kabulü ve sürdürülmesi artık mümkün değildir.

Seçmenlerin yaşananlar karşısında beklentisi; ortak akıl, istişare, denetim, demokrasi ve hukuk devletidir.

Tek adamın gönderilerek başka bir tek adamın yönetime getirilmesi çare değildir.

İktidarın ve tek adam yönetiminin yanlışları karşısında el ovuşturan rövanşist çevlerin altılı masayı kirlendirmesine, grup, lider ve parti taassubuna müsaade edilmemelidir.

Gözler milletin beklentilerine çevrilmeli, rövanşist ve popülist söylemlere değil.

Altılı masanın fonksiyonunu seçim başarısıyla yeterli görmeden ülkemizin geleceği ve Cumhuriyetimizin 2. yüzyılına yeni bir anayasa,  hukuk devleti, güçlü bir demokrasi ve iyi dizayn edilmiş devlet mimarisi gibi hedeflerle toplumda umut uyandırmalı ve umudu diri tutmalıdır.

Bu mümkün.