"Özgürlüğünü kula, taş çatlasa da satma!" Mevlana Celaleddin

Haftanın en önemli olayı kuşkusuz KPSS sınavında yapılan suistimaldir.

Suistimal demeyi tercih ediyorum zira doğrudan yolsuzluk demek doğru değil.

Ortada yüzbinlerce insanın emeğini yok sayan bir suistimal vardır ve ağırlığı oranında da yapanlardan hesabı mutlaka sorulmalıdır.

Suistimalden sonra ÖSYM Başkanına keşke istifa edecek zaman tanınsaydı.

Bu imkan kendisine verilmedi.

Niye verilmedi bilmiyoruz.

Acele ile alınan karar doğru olmamıştır.

Bu haliyle alınan karar şaibeyi büyütmüş Milli Eğitim Bakanlığında "cemaat" çatışması iddialarını gündeme getirmiş,

Yedi İklim Yayınlarına yapılan baskınlar da bu yöndeki şüpheleri kuvvetlendirmiştir.

Bu hızlı hareket İçişleri Bakanı sayın Soylu'nun "alın kullanın" dercesine yayınevinde çektirdiği fotoğraf ve o fotoğrafın yayınevi tarafından reklam malzemesi yapılarak "Nüfuz ticareti" olarak kullanılmasının verdiği sorumluluğu örtmek amaçlı mı? bunu da bilmiyoruz.

Gerçi sayın Soylu'nun fotoğraflı günah galerisi bununla sınırlı değil.

Önceden de kendisinin çektirdiği fotoğraflar gündeme gelmişti.

Esasında, Demokrasinin ve Hukukun egemen olduğu devletlerde yeri olmayan "nüfuz ticareti" otoriter rejimlerin ise en belirgin özelliğidir.

Yayınevi üzerine hızla giden idare, nedense soru hazırlayan ekibin üzerine gitmemiştir.

Acaba neden?

Oysa, suistimal hocalar eliyle yapılmıştır.

Bu sebeple ilk şüpheli soru hazırlayan hocalar olmalıydı.

Yayınevinin suistimalden çıkarı var mı?

Bu soruya cevabı soruşturmayla bulacağız.

Bize göre yayınevi ve ÖSYM süreçten yıpranarak çıkmıştır.

Üzerinde durmamız gereken devletteki çürümedir.

Çürümenin topluma maliyeti yüksektir.

Unutmayalım!

Devlette liyakat kaybolduğunda, ciddiyet ve iş ahlakı da kaybolur,

Ciddiyet ve iş ahlakı kaybolduğunda güven  koybolur.

Bu değerlerin olmadığı yerde ise, adalet bağlasan durmaz.

Devet her tarafından dökülmeye başlar, çürüme ve çözülme had safhaya ulaşır.

KPSS sınavında yaşananlar bu bakımdan sürpriz değil.

Anlaşılan geçmişte yaşanan soru çalma olayının işlerini kolaylaştıracağını düşünenler, yaptıkları hukuksuzluğun önünü arkasını hesap etme ihtiyacı dahi duymamışlar.

Olacağı buydu.

Partiden aday olanları, partinin militanlarını veya öyle görünerek makam isteyenleri bir yolunu bulup Valilik, Kaymakamlık, Belediye başkanlıkları üzerinden Özel Kalem Müdürü olarak KPSS'siz işe alıp, kadro verip devlet kademelerinde çalıştırmaya başlarsanız, onlar çalışma esaslarına göre değil, sizin ve partinizin talimatına veya kendi çıkarlarına uygun çalışırlar.

Kimisini müdür yaparsınız, kimisini üniversitelerde fakülte sekreteri, kimisini de bilmem hangi makama yerleştirirsiniz.

İşler böyle yürüdüğünde de o kurumlarda liyakat, iş ahlakı, ciddiyet, güven ve adalet buharlaşır.

Kaybedilen bu değerler ise, ancak suistimal edenlerden hesap sorulduğunda geri gelebilir.

İktidarın birçok uygulamasında fütursuzca yaptığı;suistimale, yolsuzluğa, hukuksuzluğa açık uygulamalarına rağmen 

hayatımızda yer alan birçok insanın olanlara karşı bir şey yokmuş, hiçbir şey olmuyormuş gibi davranmalarını anlamak ise bir hayli zor, oysa onlar bireysel hayatlarında helaller ve haramlar konusunda kılı kırk yarar, olağanüstü hassasiyet gösterirler.

Aralarında yakınen bildiklerim var.

İnsanların gösterdikleri bu duyarlılığın;kamu hukukuna tasallutta, beytülmalın talan edilmesinde, yağmalanmasında, devlet üzerinden kullanılan nüfuz ticaretinde, haksız atamalarda, işe alımlarda göstermediğini, tam aksine bu yanlışlara mazeret ürettiğine şahit oluyoruz.

Özel hayatlarında gösterdikleri; günahtan, haramdan korunma hassasiyetten iktidar için vazgeçmeleri anlaşılır değil.

İnsanlarımızın iktidarın uygulamalarında meşruiyet aramaması islamın esastan reddettiği ve cahiliye adeti olarak tanımladığı asabiyenin Emevi döneminde somut olarak ortaya çıkmasından mıdır? diye düşünmeden edemiyorum.

Yaşananlardan sonra böyle bir soruya cevap aramamamızın izahı olamaz.

Ortaya koydukları tutumun birçok dini gerekçesini;tarihi sapmalardan, yorumlardan buluyor olmaları ise en büyük çelişkileri olacaktır.

Acaba bunca suistimal, oy vermedikleri bir parti veya ktidar tarafından yapılsa ve onlarda "Bakın size yol, hastane, tünel, harp sanayisinde şunları şunları yaptık" deselerdi yine yapılanlar hatırına yaptıkları suistimal, yolsuzluk, hukuksuzluk, beceriksizlik, zamlar, yolsuzluklar, kayırmacılıklar ve fakirleşme karşısında aynı duyarsızlığı gösterecekler miydi?

Gerçekten merak ediyorum.

Ve sormadan edemiyorum.

Aslında öyle ciddi bir kalkınmışlık yok ama 2002 yılında aldıkları ülkeye kıyasla arada fark var diyelim ve kıyası rakip ülkelerle değil de, ülkemizin dünü-bugünüyle yaparak kalkındığımızı kabul edelim.

Tabi bu işlerin millete ve gelecek nesillere yüklediği maliyeti de unutmayalım!

Burada şöyle bir soru sormak icap eder.

Arkadaşlar, kalkınmanın ne kadarı; yolsuzluğa, soyguna, talana, yalana, hukuksuzluğa, adaletsizliğe ve fakirleşmeye mazeret olur ve Allah bizden bunun hesabını sormaz?

Kimse kusura bakmasın.

Madem din iman üzerinden, ümmetten, hilafet özleminizden, milliyetçi duygularınızın tatmininden, Osmanlının dirilişinden bahsediyorsunuz.

Ben de size anlayacağınız dille ve Kur'an'da geçen kıssadan bahsetmek istiyorum.

Kur'an'da Musa peygamber kavminin sapıtanlarını Allah'a şikayet ederken "İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi de helak etme" diyerek yalvarır.

Kutsal metinlerde peygamberler insanlara Allah'a nasıl dua edileceğini de öğretir.

Hatta, zaman zaman doğrudan Allah bize nasıl dua edeceğimiz de öğretir.

Bunun örnekleri çoktur.

Musa Peygamberin duasında geçen "Beyinsizler" yerine pekala "Allah'ım içimizdeki kibir, tamahkarlık ve hırslarından dolayı, kamu malına tasallutta bulunan, eline geçirdiği güçle kul hakkını yemekten sakınmayan, hatta bunu kendisi için hak olarak gören, hak etmediği işe giren, haketmediği makama gelen, seçilmiş veya atanmışlardan dolayı bizi helak etme" diyerek dua etmemizde fayda var ve umulur ki, bu hak, hukuk bilmezler yüzünden bizler de sorumlu olmaz veya sorumluluğumuz bu dünyada ödediğimiz bedellerle sınırlı kalır.

Ülkede yaşayan insanlar olarak bizim eksiklerimizden biri ve bence en önemlisi, hak aramada ısrarcı olmamak, adamını bulduğumuzda haksızlıkla işimizi gördürmek de tereddüt etmemektir.

Bu durum siyasilerin de işine geliyorlar.

Zira seçmenlerin bu zaafından hem istifade ediyorlar, hem kendilerini önemli adam sanıyorlar.

Bunun için olsa gerek, temiz, şeffaf, adil, seçenin ve seçilenin hukukla sınırlandırıldığı kamu düzenini istemiyorlar.

Hem vatandaşlar, hem siyasetçiler bu hastalıklı tutumdan vazgeçme erdemini göstermezsek eğer, suistimal, yolsuzluk, soygun, kamu malına tasallut, yandaş kayırmacılığı, akraba korumacılığı, hukuk tanımazlık, hesap vermekten kaçınmak ve hazineyi kendi mülkü sanma ahlaksızlığı gibi benzeri suçları işlemek kaçınılmaz olur.

Aslında toplum olarak temiz siyaset sınavımız buradan başlıyor.

Son beş yılda devlette yaşananlara baktığımızda 2016 yılında temiz siyaset dediği için parti içi darbeye uğrayan, girdiği son seçimde %49.6 oyla seçilen Başbakan  Prof.Dr. Ahmet DAVUTOĞLU istifayla karşı karşıya kalmazdı.

Bize göre bunun hesabı sandıkta görülmeli ve devamında da en azından son beş yılda ülkede yaşanan hukuksuzlukları yapanlardan yargı yoluyla hesap sorulmalıdır.

Bu mümkündür ve bizim elimizdedir.

Yapmamız gereken cesur olmak ve siyasi tarafgirlikten vazgeçmektir.