Sonuç olarak, bir ülkede üniversite sınavlarında bütün barajları kaldırmak yozlaşmayı peşinen kabullenmektir ki, bir ülke için asıl beka meselesi de geleceğini bu tür bir hastalığın esir almasına mani olmaktır.

Bir toplumda aksaklıklardan ve iyi gitmeyen işlerden söz edildiğinde genelde temelinde eğitimin yattığından hareketle final cümlesi “bu bir eğitim meselesi,” olur.

Çünkü eğitimin bir toplumun bu gününü ve geleceğini sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan düzenlemek, planlamak ve şekillendirmek gibi temel bir görevi vardır.

Bu üç konu aynı zamanda toplumların eğitimdeki başarılarının da test edildiği reel alanlardır.

Eğitim sistemini zamanın gerektirdiği ölçülere göre planlayamayan ve siyasi ya da sosyal gerekçelerle zamanın ruhuna uygun şekillendirmede ihmali olan devletler bu durumun doğal bir sonucu sadece iç sorunlarıyla boğuşmakla kalmaz uluslararası alanda da rekabet gücünü de kaybeder.

O nedenle çoğu devlette sonuç alınması çeyrek asır gibi uzun bir süreyi gerektirdiği için eğitim, günlük siyasetin dışında bağımsız bir alandır.

Yozlaştıracağı gerçeğinden hareketle eğitime ve eğitimcilere salt eğitim görevi dışında doğrudan sorumlu tutulacağı ikinci bir görev de verilmez.

Bizde eğitim üzerinde yakın tarihin tartışmalarının temelinde yatan neden ya iktidarların keyfi uygulamalarıdır ya da eğitimin iktidarlarca diğer sosyal olaylarda araç olarak kullanılmasıdır, denebilir.

Örnek vermek gerekirse çok partili döneme sekte vuran1960 ihtilalını yapanlar öğretmenden ihtilalın haklılığını halka anlatmasını istemişlerdi.

Eğitim programlarına gelince her biri reform diye topluma sunulan aslında her iktidarın kendine ait icraatlarından başka bir şey değildir.

Bu icraatlardan üzerinde toplumsal uzlaşı olmadığı için kırılma niteliği taşıyan değişimler yaşandığında o kurumların varlığına son verildiği de olmuştur.

Mesela tek parti döneminin en büyük eğitim hamlesi olan Köy Enstitüleri ikinci Dünya Savaşı’nın ardından yine CHP iktidarı tarafından komünizm tehlikesine karşı bu okulların iki mimarı, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç görevlerinden alınmışlardı.

Ardından da Demokrat Parti İktidarı döneminde bu okullar Öğretmen Okullarına dönüştürülmüştür.

Yine komünizmle mücadele amacına yönelik 1949 yılından itibaren açılmaya başlanan İmam Hatip Okulları da Sovyet Rusya’nın dağılmasıyla birlikte 1990’lı yıllarda irtica tehlikesine karşı tasfiye edilmek istenmişti.

Bilindiği üzere bu tasfiye için ANAP’lı Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığındaki koalisyon hükümeti tarafından sekiz yıllık kesintisiz mecburi eğitim yasası çıkarılmıştı.

Mezunlarının da yine siyasi bir kararla katsayı engeli çıkarılarak İlahiyat Fakültesi dışında kalan fakültelere girmelerinin önü kesilmişti.

Diğer taraftan çıkartılan bu yasayla hem mesleki okullarına hem de sanayiye usta, çırak yetiştiren Çıraklık Eğitim Merkezlerine darbe vurulmuştu.

Bütün bunlar Cumhuriyet kurulalıdan bu yana geçen bir asırlık sürede bizde eğitimin siyasetten bağımsız olmadığına bir göstergedir.

Eğitimde kör, topal ilerleyişimizin, başka bir söyleyişle adam olmayışımızın ikinci nedeni de içeriği sorgulanmaya muhtaç diplomalardır.

Ülkelerin bir gelişmişlik ölçüsü olan diplomalı sayısı sınıf geçmede getirilen kolaylıklarla artırılmak istenirken diğer taraftan da buna yeltenen ülkeler uluslararası rekabette güç kaybetmişlerdir.

Bu gün yönetmeliğin öğrenciye tanığı kolaylıklar sonucu bir öğrencinin kendi istemediği sürece sınıfta kalması imkânsız derecede zordur.

Bu kolaycılığın yol açtığı başarısızlığa mesela 2018 PISA sınav sonuçları örnek verilebilir.

(PISA Uluslar arası Öğrenci Değerlendirme Programı üçer yıllık dönemler halinde OECD tarafından 15 yaş grubundaki öğrencilerin kazanmış oldukları bilgi ve becerileri değerlendiren bir araştırmadır.)

Türkiye, 79 ülke arasında okuduğunu anlamada 40.sırada, Matematikte 42.sırada, Fen Bilimlerinde ise 39.sıradadır ki, her bir sonuç ortalama puan 500’un altında kalan puanlardır.

Bu konuda özellikle belirtilmesi gereken Türkiye katıldığı 2003 yılından 2012’ye kadar olan sınavlarda seviyesi yükselttiği halde bu tarihten sonra hızlı bir düşüş yaşadığı gerçeğidir.

Diğer taraftan bu sınavın başka bir göstergesi de BM “İnsani Gelişmişlik Eğitim Endeksinde” Kore 15.sırada, Almanya 6.sırada yer aldığı halde Türkiye 69,sırada kendine yer bulabildiği gerçeğidir.

Diğer taraftan kapatılana kadar sınıf geçmenin öğrencide yol açtığı rehavetten doğan kalite boşluğunu dershaneler doldurabiliyordu.

15 Temmuz hain darbe girişimi sonrası toptancı bir yaklaşımla dershanelerin kapatılması bu seviye kaybını daha da artırdı.

Yerlerine açılan okul yetiştirme kursları ise bu seviye kaybını telafinin hayli uzağında kaldı.

Meslek liselerine rağbeti artırmak için genel liseleri sınavla girilen Anadolu Liselerine dönüştürme girişiminin de liselerde kaliteyi düşürmekten başka bir işe yaramadığı söylenebilir.

Yüksek öğretimde kaliteyi önemli ölçüde düşüren etkenlerin başında ise 1990’lı yıllarda üniversite kapısındaki yığılmaya bir çözüm olarak bulunan her ile bir üniversite açılması gelir.

Her ne kadar bu kampanya gelişmiş iller için faydalı olduysa da çoğu yerde sosyal çevrenin elverişsizliğinden ve öğretim üyesi yokluğundan üniversite eğitim kalitesini lise seviyesine düşürmekten başka bir işe yaramamıştır.

Yüksek öğretimdeki fonksiyon eksikliğinin bir millete nelere mal olduğuna en iyi örnek 1980’lerin Rusya’sıdır.

Rusya’da o yıllarda 883 bin Üniversite, yüksek okul ve enstitü vardı ve buralardan 5 milyon 200 bin öğrenci parasız eğitim hizmeti alıyordu.

Ancak eğitim sisteminin bir kusuru vardı ve sistem öğrenmek üzerine değil ekonomik yarar sağlamak düzeni üzerine kuruluydu.

Bunun bir sonucu Rusya en büyük rakibi ABD ile yarışta 1960’lı yıllarda dünyada başlayan ağır sanayi malları üretimini terk ederek katma değeri yüksek bilgi yoğun, tüketici tercihlerine dayalı sisteme geçemedi.

Mesela bilgisayar, yazılım elektroniği, sivil uçaklar, haberleşme gibi ileri teknoloji ürünü, imalata dönmeyi başaramadı ve yıkıldı.(Paul Kennedy Yirmi Birinci Yüzyıla Hazırlanırken, S.297-300)

Şimdi bir de 2021 yılında yani geçen yıl Temel Yeterlilik Testinde 150 puanın, Alan Yeterlilik Testi’nde 180 yeterlilik puanının geçerli olduğu 2 milyon 416 bin öğrencinin girdiği bizdeki üniversite sınav sonuç karnemize bakalım.

Sınava giren öğrencilerden Alan Yeterlilik Testinden 180 taban puanını aşan aday sayısı sözelde 565 bin 808,sayısalda 390 bin 132,eşit ağırlıkta 587 bin 678 olurken dilde 70 bin 842 olmuş.

Bir milyona yakın aday da Taban Yeterlilik Testi barajı olan 150 puanı aşamamış.

Bunların sınavda sorulan sorulardan doğru çözme oranları da şu şekilde:

40 Matematik sorusunda doğru çözme oranı 5.1,

20 soruluk Fen Bilimlerinde yüzde 3.2,

40 sorunun bulunduğu Türkçede yüzde 18.4,

20 soruluk Sosyal Bilimlerde ise yüzde 8,3 olarak gerçekleşmiş ki, bunlar baraj engeline takılmasalardı belki de bir fakültede okuyor, olacaklardı.

Bu karardan sonra alın size fazla değil, 5 yıl sonrası üniversiteden okul öncesi okullarına kadar bürokrasinin en tepe noktasından en alt birimine kadar bir o kadar cahil bir o kadar da kifayetsiz muhterisler ordusu...

İşte o zaman Rusya bir tarafa, eğitimde en geri üçüncü dünya ülkelerine benzeriz.

YÖK tarafından asıl sorgulanması ve cevabı bulunarak tedavi edilmesi gereken eğitimdeki bu cehalet ve yozlaşma sorunu olması gerekirken siyasetçilerin bile vebalini yüklenmekten çekineceği bri kararla barajlar kaldırıldı.

Sonuç olarak bir ülkede üniversite sınavlarında bütün barajları kaldırmak yozlaşmayı peşinen kabullenmektir ki, bir ülke için asıl beka meselesi de geleceğini bu tür bir hastalığın esir almasına mani olmaktır.