Demem o ki, eğer ta başından beri sahip olduğumuz altın değerindeki toprakların kıymetini bilebilseydik, üzerinde yaşayan insanlara gereken değeri vermiş olsaydık yurt içinde çavdar ekmeğini bir başka şehirden, ayçiçeği yağını, buğdayı savaş halindeki Rusya ve Ukrayna’dan getirecek gemilerden beklemek zorunda kalmazdık, gelecek yılki bolluk ümitlerimizi de Afrika’ya bağlamazdık.

Önemli bir bölümü Yenipazar sınırları içersinde kalan Akçay Vadisi ile Çine Çayı arasındaki topraklar gerek eğim olarak gerek tarımsal yönden Aydın’ın ekip, biçmeye en elverişli bölgelerinin başında gelir.

Etek kesimi zeytinlik olan bölgenin yaylaları daha 1980’li yıllara kadar en iyi çavdarın, arpanın ve buğdayın yetiştiği yerlerdi.

Köylüler ilkel şartlarda bile öküz ve karasabanla işledikleri tarlalardan bol verim elde ederler, yıllık tahıl ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılarlardı.

Pınarların önüne yaptıkları harımlardan da gübresiz, ilaçsız yazlık ve kışlık doğal sebzelerini yetiştirirlerdi.

Geniş yaylaklarda besledikleri koyunun, keçinin, sığırın peynirini, kaymağını ve kesiğini satarak pazar masraflarını ve diğer ihtiyaçlarını karşılarlardı.

Böylece kimseye muhtaç olmadan kıt kanaat da olsa mutluluk içinde hayatlarını devam ettirirlerdi.

Ta ki,1980’li yıllarda zeytinlikler dışında kalan alana bütünüyle devlet çam dikerek ormanlık alana dönüştürene kadar.

Sonrasında hali vakti, gücü kuvveti yerinde olan ormandan geri kalan toprağını incir, kestane, ceviz dikerek değerlendirdi ama çoğu da yerini, yurdunu terk etmek zorunda kaldı.

Sonuçta çoğu hayvancılığı bırakmak zorunda kaldı ve bilhassa gençler amelelik yapmak üzere en yakın Yenipazar’a göç ettiler,

Bazıları da Aydın, Nazilli, Kuşadası gibi büyük kentlerde asgari ücretli bir işe mut oldular.

Geride bıraktıkları yaşlılarsa belediyelerin ve Sosyal Dayanışma Vakıflarının yardımlarına muhtaç hale geldiler.

Böylece bu insanlar topraklarını, yurtlarını kaybetmekle kalmadılar, devletin azizliğiyle devlete yük haline de geldiler.

Eskiden dağ köylere nazaran Yenipazar merkez ve ova mahallelerinde(köylerinde) oturanlar ise bir dekar tarlası ve zeytinliğiyle kimseye muhtaç olmadan geçinir, giderdi.

Ovada bir dekar tarla tapusuna sahip olmak bir vatandaş için hem bir aidiyet hem bir geçim kaynağı hem de icazet anlamına gelirdi.

Çünkü o tapuya sahip olmak insana örnek adı ot hırsızına çıkmadan serbestçe, kimseden çekinmeden ovaya gitme, gelme hakkı tanırdı.

Ayrıca o bir dekar tarlaya mesela pamuğun içine ektiği mısır, bamya ve susam, kenarlarına diktiği börülce, domates ve süpürgelik sahibinin bütçesine ayrı bir katkı yapardı.

Bunun yanında tarlasından ve kenarlarından biçtiği otla beselediği inekten elde ettiği süt, yoğurt ve kaymak kendi ihtiyacını sağladığı gibi pazar masrafını da karşılardı.

Aynı şekilde kurbanlık koyun ya da keçisini de besler, hem o bahaneyle vaktini de değerlendirmiş olur, eve dönerken kır kahvesinde içtiği çayla yorgunluğunu atardı.

Arazisi oturduğu köy ya da kenti çevreleyen, halk arasında bahçe arası olarak tanımlanan kısımda olana daha başka avantajlar da sağlardı.

Mesela her türlü sebze ve meyve yetiştirme imkânı elde eder, yazları bahçesine göçer, ineğe, koyuna ek olarak bir de dana beslerdi.

Yetiştirdiği sebzelerden kışlık salçasını, kurutmalığını yapar meyvelerden de reçelini, pestilini hazırladığı gibi artanını da satardı.

Aynı şekilde Menderes Havzası’nda oturan bir vatandaş için bir dekar zeytinliğe sahip olmak da ayrı bir zenginlikti.

Yiyeceği yağı ve zeytini oradan sağlaması yanında kışları zeytin ağaçlarını imar etmekle, dibini çapalamakla, yabani otları temizlemekle vaktini geçirirdi.

Kışlık yakacağı odunu, fırın ateşleyeceği çalıyı, çırpıyı, akşam öğünü için sarmaşığı ebegümecini topladığı gibi beslediği inek veya kuzu için otu da temin etmiş olurdu.

Bütün bu anlattıklarım 1960’lı,70’li yıllarda ilçe ve köylerde yaşayan ortalama Aydın insanının yaşantısıydı.

(O nedenle benim Yenipazar üzerinden anlattıklarımı siz Aydın’ın geneli için düşünebilirsiniz).

Sonrasında güvenlik nedeniyle yazları bahçelere göçülmez oldu. Tarım ve hayvancılıktan arzu edilen gelir elde edilemeyince de bu hayat sekteye uğradı.

Ama bunların hiçbirisi toprağın değerinden bir şey eksiltmez. Çünkü toprak altınla birlikte teknolojinin üretemediği iki elementten biridir ki, o nedenle altın kadar toprak da kıymetlidir.

Ama ne yazık ki, uygulamada bu gerçeği günümüzde görmek pek mümkün olmuyor.

Karar verici siyasiler ve bürokratlar eğer toprağın altın olduğunun idrakinde olsalardı belki Jeotermal santrallerin kurulması, oto yolun geçeceği yerlerdeki yüzlerce dekarlık birinci sınıf tarım arazisinin ve sayıları milyonla ifade edilen zeytin ağacı zayiatı en aza düşürülebilirdi.

Planlanma aşamasında bu gerçek göz önünde bulundurulsaydı güzergâh mesela tarım arazisinden geçecek kısımları viyadüklerle sağlanabilir miydi, sorusu üzerinde yapılacak bir tartışmadan sonra tespit edilebilseydi bu kadar arazi ve zeytin ağacı belki de heder olmayabilirdi.

Ben yaptım odlunun karşılığı bağlantı yollarıyla birlikte oto yolun sadece Yenipazar sınırları içinde kalan kısmında geçimini yok edeceği en iyimser rakamla beş yüz ailedir ki,  bu onlar için bir yıkımdır.

Oto yol kadar bölgeye jeotermal santraller de zarar vermektedir.

Eğer Menderes’in Kuzeyinde kalan bölümü bütünüyle kaplayan jeotermal santrallerin saldığı akışkanların doğaya verecekleri zarar işin ta başında bertaraf edilebilseydi bu gün daha temiz suya, havaya ve toprağa sahip olacağımız şüphesizdi.

O nedenledir ki, söz konusu toprak olunca şartlar ne olursa olsun üzerinde bin kere düşündükten sonra karar vermek gerekmektedir. Çünkü artan nüfus oranında toprak da artmıyor.

Demem o ki, eğer ta başından beri sahip olduğumuz altın değerindeki toprakların kıymetini bilebilseydik, üzerinde yaşayan insanlara gereken değeri vermiş olsaydık yurt içinde çavdar ekmeğini bir başka şehirden, ayçiçeği yağını, buğdayı savaş halindeki Rusya ve Ukrayna’dan gelecek gemilerden beklemek zorunda kalmazdık, gelecek yılki bolluk ümitlerimizi de Afrika’ya bağlamazdık.

Basiretsizlik yerini ciddiyetsizliğe bırakınca demek ki, sonuç da bu oluyor.