Meclisi bombalayanlar… Millete silah doğrultanlar… Demokrasiyi yok etmek için darbe yapmaya kalkışanlar…

Ve onların destekçileri hain ya da gafiller mantar gibi yerden mi bittiler?…Gökten zembille mi düştüler?...

Yoksa başka ülkelerden mi geldiler?

Hayır… Hepsi bu milletin içinden, devletin ekmeğini yiyen, şemsiyesi altında gölgeleyenler arasından çıktı.

Peki, o zaman onlar devletin içine nasıl çöreklendiler, kılcal damarlarına kadar nasıl nüfuz ettiler, bu esnada devlet ne yapıyordu?

Bu soruya M.Necati Sepetçioğlu’ndan bir anekdotla yanıt verelim…

Sultan Osman Gazi’nin oğulları Orhan ve Alaattin miras paylaşımı için odaya kapanmışlardır.

Devletin dışında babadan kalan öyle anlı, şanlı bir miras da yoktur…

Hepi, topu birkaç yüğrük at, birkaç öküz ve iki sürü koyun…

Fakat mirasçıların gözünde önemli olan mal değil devlettir ve onun ebet, müddet devamıdır.

Orhan kardeşi Alaettin’e:

-Kardeşim yaşça küçük olmana aldırmam. Babamızın en büyük mirası devlete sultanlığı kabul edersen sana yardımcı olur, itaat ederim, dedi.

Alaattin:

-Ben Şeyh Edebali tekkesinde açan bir çiçeğim. Çeriyi, kılıcı, savaşı bilmem. Müslüman’ım diyen herkesi dost bilir, gönlümü açarım.

Oysa devleti yönetecek olan sultanın kendi insanını insan bilmesi dostunu düşmanını devlete göre seçmesi gerekir.

Onun içindir ki, babamız çeriyi de savaşı da barışı da öğrenmen için seni Akça Koca’ların, Konuralp’lerin, Ece Halil’lerin yanında büyüttü.

Ben sultan olursam sürüsünü kurda kaptıran çoban gibi devleti kurda kuşa yem ederim.

Onun içindir ki, sultanlık senin hakkındır”, dedi.(M.Necati Sepetçioğlu Üçler, Yediler, Kırklar s.36)

Türk Devlet geleneği bu… Devleti yönetecek olanda aranacak birinci şart,”benim partilimdir, akrabamdır” yani aidiyet değildir… Ehliyettir… Liyakattir… Sadakattir.

Bir de ferasettir… Yani içeriden ya da dışarıdan gelebilecek tehlikeleri önceden sezme yetisi… Kısaca su uyur, düşman uyumaz ihtimaline karşı uyanık olma.

Onun içindir ki, eskiler kem(kötü) alet ile kemalat(mükemmel iş) olmaz demişlerdir.

Malum AK Parti bir muhalefet dönemi geçirmeden doğrudan iktidarla tanışan bir partidir.

Öyle olunca iktidar nimetine ve gücüne ortak olmak için partiye akın edenlerin, kayıt için sendikaya sıraya girenlerin gerçek yüzlerini Osman Gazi’nin oğlu Alaattin tabiatındaki “derviş meşrep parti ve sendika yöneticileri” göremedi.

İçten pazarlıklı, sinsi müdürleri “devlet adamı” sandılar… Kafalarında gezdirdikleri tilkilerin farkına varamadılar.

Her “şahadet getireni” tahkiki iman sahibi zannettiler ve bağırlarına bastılar… Sendika ise kuzu postuna bürünmüş tilkilerin yolgeçen hanına döndü.

Bu tiplere devlette yer açmak için ülkücü, sosyal demokrat avına çıktılar… Kadrolu atayamadıklarını geçici görevle getirdiler.

Yetenekli, ehliyetli, liyakatli nice üst düzey devlet görevlilerini ekin gibi biçtiler de havuzlara doldurdular.

Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un 15 Temmuz sonrası atamaların ehliyet, liyakat ve sadakat esasına göre yapılacağı sözü bu gerçeği kabullenme değil midir?

Bu noktaya ne zaman gelindi?...Basra harap olduktan sonra…

Yani 15 Temmuz gecesi milleti Akrep sokunca…

Meşhur hikâyedir…

Kurbağa ile akrep dost olmuşlar… Uzun bir seyahate çıkmaya karar vermişler.

Az gitmişler, uz gitmişler önlerine çıkan bir nehirden karşıya geçmeleri gerekince kurbağa akrebe:

-Bu engeli aşmak benim için sorun değil… Sen kendi başının çaresine bak demiş.

Akrep:

-Bunun çaresi basit… Beni sırtına bindirip karşıya geçireceksin… Ondan sonra yolumuza yine beraberce devam ederiz, demiş.

Kurbağa:

-Huylu huyundan vazgeçmezmiş… Dereyi geçtikten sonra sen beni sokarsan benim halim nice olur? Onun için ben senin bu teklifini kabul edemem, diye reddetmiş.

Akrep:

-Aşk olsun… Bu kadar zamandır arkadaşlık yapıyoruz, bunca yolu beraber geldik… Sana bir zararım dokundu mu, diye kendini savunmuş.

Kurbağa:

-Evet haklısın… Biraz da haksızlık ettim galiba… Bunca zamandır arkadaşız Allah var, bir kötülüğünü de görmüş değilim. Ancak atalarımız “deniz ateş alır mı, diye sormuşlar, ihtimaldir”,diye de cevaplamışlar.

Onun gibi ne olur olmaz sen beni sokmayacağına bir de yemin et de hayırlısıyla yolumuza devam edelim, demiş.

Akrep:

-Madem sen öyle istiyorsun… Ben de seni sokmayacağıma dair namusum, şerefim üzerine ant içerim, diyerek yemini patlatmış.

Artık iyice emin olduktan sonra kurbağa sırtında akrep dereyi geçmeye başlamış. Ne zaman ki akrebi bir kayanın üzerine bırakmış hiç acımadan o iğnesini kurbağaya batırmış.

Canı yanan kurbağa:

-Sokmayacağına hani söz vermiştin… Nerede kaldı senin dürüstlüğün… Namusun, şerefin üzerine ettiğin yemin, diye feryadı basmış.

Akrep istifini bozmadan, gayet sakin:

-Huyum bu, demiş.

Fazla söze ne hacet… Zira anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az…