Günümüzde ister büyükşehir ister ilçe belediyelerin iki ana hedefinin olduğu kabul ediliyor.

İlki, halkın rahatça yaşamını sürdürebileceği, günlük ihtiyaçlarını kolayca temin edebileceği marka kentler meydana getirmek.

İkincisi, içte ve dışta kültür, sanat eserleriyle, yetiştirdiği ürünler ya da ürettiği teknolojiyle kentini emsalleriyle rekabette öncülük etmek.

Kentler yetiştirdiği kültür, sanat insanlarıyla kütüphanelerinin, müzelerinin bolluğuyla, meydanlarıyla, park ve doğal yaşam alanlarıyla, sinemalarıyla, tiyatrolarıyla, tarihi çarşıları ve eserleriyle, her çeşidinden müzik ve müzisyeniyle yani eski yeni kültürel değerleriyle marka haline gelir.

Modernlik kimliğini kazanamamış kentler yetiştirdiği düşünce insanlarının ya kenti terk etmesinden ya da kendi kabuğuna çekilmelerinden, kültürün felsefenin, sanatın, edebiyatın, müziğin konuşulduğu bir ikliminden de mahrumdur.

Batı’da bu özellikte olmayan kentlere üniversal değerler etkileşiminde bir yarar sağlamayacağı gerekçesiyle üniversite kurma izni bile verilmez.

Modern kentleri gerçekleştirmekle yükümlü belediye başkanlarının kentlerine bu kimliği kazandırmalarının genelde üç yolu vardır.

1- Uyum içinde çalışmak,

2- Entelektüel kimliğe sahip olmak,

3- Hizmette merkeze insanı almaktır.

Bir kentin kasaba zihniyetiyle mi yoksa bir entelektüel tarafından mı yönetildiğini ilk bakışta yöneticinin resimli reklamlarından anlarsınız.

Eğer meydanlar bir Orta Doğu Ülkesini andıran reklam bolluğundan geçilmiyorsa, başkanın resimli afişleri her yerde öne çıkıyorsa bilin ki, orada hizmet yerine göz boyacılığı yapılıyordur.

Üzülerek belirtmek gerekir ki, dünyayı saran bu popülist felsefe Türk siyasetinin günümüzdeki en büyük hastalığıdır.

Siyasetçi göz boyamak için yarattığı günah keçileri üzerinden kavgalar mı üretmez?

Joseph Goebbels’in “Büyük yalan teorisine” başvurmakta sakınca mı görmez?

Numaradan birileriyle kavga dansları yapmaz?

Popülist siyasetçi iyi bilir ki, gündemi bu tür polemiklerle belirlemezse kendi icraatları sorgulanmaya başlanır ve çözülme başlar.

Onun için birçok kereler dile getirmişimdir,”bize büyük hikâyesi olan, çevresinde heyecan dalgası yaratacak belediye başkanları, milletvekilleri lazım,”diye…

Bu hikâyeden ve heyecandan kastım Aydın’ı ayağa kaldıracak, rekabetçi kentler arasına sokacak, yarıştıracak bir Milli Mücadele heyecanıdır, Kuvayı Milliye ruhudur.

Ama bu devirde bu özellikte olanları ara ki, bulasın…

Zamanımız siyasetinin şansızlığı kendinden vermenin bir enayilik, siyaset aracılığıyla zenginliğin marifet, idealizmin de safdillik olarak görülmesidir.

Oysaki bizim kültürümüzde 1980’li yıllara gelinceye dek geçerli olan siyasetçinin alan el değil tam tersi veren el olmasıydı.

O nedenle o devirde siyaset işi olmayanların iştigal ettiği bir alan değildi. Zorda kaldığında devlet malına, yetim hakkına tecavüz eder endişesiyle o kimseler zorunlu kalınmadıkça aday yapılmazdı.

Ayrıca siyasette “bal tutan parmağını yalar” felsefesi de o zamanlar geçerli değildi.

Bazı yerlerde belediye başkanının görevi devrederken “üzerimde hak kalmasın”,düşüncesiyle belediyeye bağış yapıp ayrılması adettendi.

Çoğu belediye başkanı görevlerini bıraktıklarında servetlerinden önemli bir kısmını kaybetmiş olurdu.

Yine o devirde bir milletvekilinin aldığı maaş seçmenlerinin yemek parasına otel masrafına, yol giderlerine, hastane ücretlerine yetmezdi.

Milletvekili hanımları Ankara’ya gelen hemşerilerinin çoraplarını yıkamakla, gömleklerini ütülemekle vaktini geçirirlerdi.

Demek istediğim siyasetçi görev heyecan ve aşkıyla, ailecek vakıf kurumu gibi çalışırdı.

Halkın genelindeki günümüz siyasetçi algısı ise veren elden çok alan el olduğu yönde…

Milli Mücadele ve Kuvayı Milliye meşalesinin ilk yakıldığı yer Aydın’da bizi düzlüğe çıkaracak olanlar o eski ruh ve heyecandır.

Her hangi bir büyükşehir başkanı benim görevim yerelle ilgili, ekonomi gibi genel iktidarı ilgilendiren konular yetkim dışında diyemez.

Çünkü büyükşehir uygulamasına geçilmesiyle belediyelerin görev tanımı da değişmiştir, kasaba belediyeciliği olarak da tanımlanan o klasik belde işlerini yapmaktan ibaret olan belediyecik tarih olmuştur.

Gelinen noktada asfalt kaplamalar, sosyal belediyecilik adı altında yardım hizmetleri, cami cemaatine limonata ikramı, lokma döktürme hizmetten değil sıradan işlerden sayılıyor.

Günümüz belediyeciliği artık ekonomi, istihdam ve üretim üzerine kurulu…

Dün topa, tüfeğe, uçağa velhasıl silah üstünlüğüne sahip yabancı güçlere karşı ihtiyacımız silah ve asker üstünlüğüydü.

Bu günün ihtiyacı bir seferberlik ruhuyla büyükşehirlerin de yapacakları katkıyla ekonomi…

Ekonomi de artık tek başına merkezi hükümetin işi değil. Büyükşehir belediyeleri de kendi alanlarında en az merkezi hükümet kadar sorumluluk sahibi…

Çünkü bu görevi yerine getirmelerini sağlamak için merkezi hükümet o ilde toplanan vergilerin yüzde 6’sını ve ilçe belediyelerine olan devlet katkısının yüzde 40’nı doğrudan büyükşehre aktarıyor. 

Onun için büyükşehirler bir yandan kalkınma ajansı gibi çalışmak diğer yandan bir işletme gibi yatırımcı aynı zamanda rekabetçi bir mantıkla yönetilmek zorundalar.

Buna Aydın büyükşehir de dâhil…