12 Eylül askeri darbesinin başarısının terörü ortadan kaldırması olduğu hep söylenegeldi. Ama son otuz yılın acı tarihinin gösterdiği net bir olgu var: 12 Eylül askeri darbesi terörü hiçbir şekilde ortadan kaldırmadı; sadece onun yerini değiştirdi. 1980 yılına gelindiğinde, egemen zihniyet açısından ekonomik hayat kadar orta sınıfı ve çocuklarını da, tüm büyük kentleri kaplayan günlük şiddetin yok edici etkisinden korumak elzem hale gelmişti.

Böylece 12 Eylül yönetiminin mantığı ve icraatı, sadece ve sadece, kanlı çatışmanın büyük Batı kentlerinden Güneydoğu’ya kayarak orada izole edilmesine ve yeni bir anlam, içerik ve yön kazanmasına yol açtı. 

Elbette sınıfsal çatışma ortadan kalkmadı; ne de etnik karakterli bir hareket varlığını 12 Eylül’e borçludur. Bunlar zaten olmaya devam edecekti ama 12 Eylül darbesi, Türk siyasal dünyasını niteleyen zayıf hegemonik yapılaşmanın temel damarı olan şiddetin yer ve mahiyet değiştirmesi ve politik hegemonyanın başka bir noktadan kurulması sonuçlarına yol açtı.

Şiddet ‘nasıl çalışır’?

Taraf gazetesinde yayınlanan MİT-PKK görüşme kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla görüşmeye katılan Türk tarafı yetkililerinin bile kabul ettiği, ‘Kürt sorunu’nun tanınmasının şiddet yolundan geçmiş olduğu trajik gerçeğidir.

Eğer durum gerçekten buysa insan sormadan edemiyor: Bu ‘sorun’ nasıl bir şiddeti saklıyor olmalı ki, ancak böylesine dehşet verici ve acımasız bir terörle kendine ifade bulabildi? 1960’ların ve 1970’lerin toplumsal hareketlerin serpildiği Türkiyesi’nde Kürtçe barış türküsü söylerken elindeki çiçeği sakin sakin duran bir jandarma erinin namlusuna takan bir Kürt gencini hayal etmek biraz zor -dönem, üç askeri darbe gördü. Bu noktada durup bir saptama yapalım: 

Kürtleri tanımama şiddeti sadece fiziksel değil aynı zamanda dilsel ve simgesel bir şiddetti. ‘Kürt’ adını silerek yerine ‘kart kurt’ anlamsız seslerini geçiren, böylece bir halkı adsızlaştıran ve onu dilin öncesine, doğa koşullarına iten, insanlığını inkar eden amansız, korkunç bir simgesel şiddet. Öyleyse terör bu şiddeti açığa çıkarmanın tek yolu muydu? 

1970’lerin sonlarına doğru temelleri atılan ve 1980’lerin başında kurulan PKK, tipik bir Stalinist örgüt olarak doğdu. Katı bir disiplin ve ideoloji üretti, acımasız bir şiddet uyguladı, masum insanları öldürmekten çekinmedi, diğer sol örgütleri aynı şiddetle sindirdi vs.

Sonuçta, soruna şiddet açısından bakmaya o kadar alıştık ki, bugün Türkiye’de Türk-Kürt, hükümran-muhalif, hemen herkes, açıktan açığa söylemese de PKK şiddetinin bir şekilde ‘çalıştığını’ ve Kürt sorununu ‘duyurduğunu’ düşünüyor. Şiddetin asıl şiddeti, ‘çalıştığını’, ‘işe yaradığını’ kabul ettirmesidir.

Ama gerçekten de çalışıyor mu şiddet? Çünkü unutmayalım ki, bu şiddet de kendini şiddet olarak görmeyen bir başka şiddete, Kürt gerçekliğini yadsıma şiddetine karşı oluştu, o şiddetin çalışmadığını, adları silinen Kürtlerin buharlaşmadığını göstermek üzere! Ama şiddetin çalıştığını kabul ettiğimiz her an, ister istemez, Kürt halkının (özellikle son 50 yılda) kendi sorunlarını ifade etmeye muktedir, dili ve kültürü olan bir halk olduğunu unutmuş, gözardı etmiş oluyoruz. Sanki kendilerini ancak silahla ifade edebilirlermiş gibi. ‘Silah’ ve ‘şiddet’ Kürtlerin her türlü sözü üzerine düşürdüğümüz en büyük gölge -zaten biraz ‘kaba’, pekçe ‘silaha düşkün’ bir halk değiller mi?

Bir an için bile olsa, şiddetsiz ve terörsüz bir dünyanın olmayabileceğini, bu öteki ihtimali unutuyoruz. İşte bu, şiddetin asıl şiddeti. 

Şiddetten söze nasıl geçilir?

O halde herkes şiddeti lanetlerse ve terk ederse, sorunu çözebiliriz! Kınayan kınayana, ama şiddet durmuyor. Örneğin niçin hâla, ille de “önce ötekinin” şiddeti bırakması gerekli (“operasyonlar dursun”a karşı “silah bırakılsın”)? Başbakan “bu, sözün bittiği yerdir” dediğinde, haklı olarak, hep birlikte karşı çıktık: “Söz bitmez, hiçbir zaman, hiçbir yerde!”

Peki, ama asıl soruyu yanıtlayabiliyormuyuz: Nerede ve ne zaman başlar söz?

Şiddetten söze nasıl geçilir?

Şiddetten söze ya da dile, yani siyasal konuşmaya geçiş o kadar kolay değilse, bunun basit bir nedeni olmasa gerek. İnsanların aptallık yaptığına sık rastlanır, ama aptallığın bile nedenleri basit değildir. Şiddetten konuşmaya, dile geçiş kolay değilse, bunun asıl nedeni, bizzat bu karşıtlığın terimlerinin yani ‘şiddet’in ve ‘dil’in, birbirinden apayrı, her biri kendi başına saf anlamları olan nesneler olmamasıdır. Şiddet ile dilin birbirlerine temas ettikleri ve her birinin ötekini içine aldığı noktalar var. Bir bakıma, siyaset kuramında Machievelli’den Gramsci’ye, ondan Althusser’e uzanan “zor ve onay” veya “baskı ve ideoloji” ayrımının, kendi başına açık seçik bir anlamı olmayabileceğini, bu terimlerin ancak birlikte anlamlı oldukları için saf olamadıklarını, her terimin karşıtının birazını kendinde barındırdığını söyleyebiliriz.

Haklı olarak soracaksınız: şiddet veya zor kullanımı, tam zıttı olan konuşmayı nasıl içinde barındırır? Hemen bir iki örnek hatırlayalım. “Savaş bilimi”nin kurucularından sayılan General Clausewitz’in ünlü formülü “savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir”, savaşın bir konuşma biçimi olduğunu söyler. 1960’ların sol gerilla hareketlerinin “silahlı propaganda” kavramı aynı formülasyonu başka biçimde tekrarlar (propaganda-siyaset-sözle değil, silahların konuşmasıyla yapılır). Veya hemen herkesten, örneğin son Irak işgalinde ABD hükümetinden sık sık duyduğumuz gibi, hasım öyle bir hasımdır ki, “onun tek anladığı dil şiddettir, başka dilden anlamaz”. Bu önermelerin hepsinin ortak bir özelliği var: Şiddet bir dildir. Ateş etmek, bomba patlatmak, saldırmak ve öldürmek, dünyaya, başkalarına işaretler yollamaktır. Şiddet uygulayan bir şey söyler. Ama nasıl bir dildir şiddet?

II. Dünya Savaşı’nda toplama kamplarının en az bilinen ama en korkunç taraflarından biri Nazilerin orada topladıkları çeşitli halklardan insanlara sadece ve sadece Almanca hitap etmeleriydi (Nazi’nin gözünde Almanca uygarlık, diğer diller ilkel ve anlamsız ses yığınlarıydı). Primo Levi, unutulmaz kitabı Boğulanlar ve Kurtulanlar’da Almanca emirleri anlamadıkları için ilk bir hafta içinde dayaktan ölüp giden zavallı insanları anlatır. Nazilerin, tutsakları dövdükleri copa verdikleri haince ad öğreticidir: “Tercüman”. Şiddet, Almanca bilmeyen tutsakların emirleri tek “tercüme şansı”, çünkü herkesin anladığı yani tercüme gerektirmeksizin doğrudan konuşan dildir. Her dilin bir tercümesi vardır; özünde çoğul bir oluşum olan dil başka dile tercüme edilmekle bir dil haline gelir. Dil kendi içinde bile sürekli tercüme edilir, çünkü hiçbir dil basit ve doğrudan değildir. Şiddet de dildir, ama tercümesi olmayan, doğrudan konuşan bir dil.

Şiddetin bir dil olduğunu kabul ettik diyelim, ama tamamen barışçıl bir oluşum gibi görünen dil ya da konuşma aktivitesi nasıl şiddeti içerir? Aslında bunun örneğini yukarıda verdim. Bir adı sildiğiniz, onun bir ad değil dil öncesi anlamsız bir ses, doğanın çıkardığı bir gürültü olduğunu söylediğiniz, ‘Kürt’ adını “kart kurt” gürültüsü yaptığınız zaman, kendine bu adı verene onu tanımayarak şiddet uygulamış olursunuz. Dilde olup biten adsızlaştırma, dilsizleştirme dünyanın en sinsi şiddetidir. Dil, bu olağanüstü simgesel şiddetin, acımasız, vahşi dışlamanın yeri yurdu olur.

Demokrasi ve tercüme gücü

Dilin şiddet, şiddetin dille olan akrabalığını anlamayan hiç kimse şiddetten dile zorunlu geçişi başaramaz. Bunu söylemek ne kadar acı, ne kadar ters olursa olsun söylemek zorundayız (en azından, kişisel olarak artık akşamları televizyona bakacak gücüm kalmadığı için söylemek zorundayım). Kendi hatasını, ayrımcılığını ve ırkçılığını açıkça ve mertçe kabul etmeyi beceremeyenler doğurdukları şiddete çocuklarını kurban vermeye devam edecekler. Çünkü siyasetin veya demokrasinin “bir uzlaşma sanatı olduğu” uyduruk bir rahatlama bahanesinden başka bir şey değildir. Demokrasi, uzlaşmaya değil, ayrılmaya, yani farka dayanır-farkın olmadığı yerde demokrasiye ne gerek var? Demokrasi, farka dayanan bir tercüme sanatıdır. Sürekli tercüme yapılır siyasette; demokrasi bir ‘rejim’ olmaktan çok önce bu günlük tercüme aktivitesine verilen addır.

Demokrasi seçim içerdiği anlamda rakamlarla ölçülür, ama öyle uğrakları vardır ki, oradan rakamla geçmeye kalkarsanız takılırsınız. Örneğin, oya tamah edip, 12 Eylül’cülüğün “yüzde 10” sayısal şiddetinde ısrar edersek karşımızdakinin bunu nasıl tercüme edeceğini iyi düşünmek gerekir.

Bunun anlamı o insanların “bağımsız” gibi belirsiz bir adla Meclis’e girmek zorunda kalmaları, yani kendi adlarıyla Meclis’e girememeleri ve meşruiyetlerinin layığıyla onaylanmaması değilse ne olabilir? Bu, onlar açısından, hala aynı ‘tanımama’ ve ‘dışlama’ tavrında inadın bir versiyonu anlamına gelmiyorsa, ne anlama geliyor? Nasıl tercüme etsinler?

Şiddetin dili siyasetin bunalımıdır. Halbuki Kürt halkının bir dili var, Kürtçe. Şiirler, romanlar yazdıkları; şarkılar, türküler söyledikleri bir dil. Bu dilin siyasete tercüme olmasına izin vermeyen, o dilin yerine şiddetin tercümesiz dilini geçiren PKK’nın yönettiği Stalinistler sadece kendi konuşma bunalımlarını, kendi söylemsizlik ve ideolojisizliklerini ifade etmektedirler.

Bu gerçekten de kendi toplumlarının geçirdiği ağır tarihsel deneyimi siyasal ifadeye kavuşturamama, soruna adını koyamama, bir siyasal dil yaşatamama bunalımı değilse nedir? “Stalinist olmayanlara” gelince, hiçbir gerçek etkisi olmayan biçimde, kendi kendine demokratik özerklik ilan ederek bu kadar değerli kavramların çivisini çıkarmak, gereksiz yere Meclis’i boykot etmek, sonra anlaşılmaz biçimde birdenbire Meclis’e dönmek, kısacası tam bir siyasetsizlik ve söylemsizlik içinde oradan oraya savrulmak, Kürtlere siyasal bir dil verememek, önderlik edememek değilse nedir?

stargazete