Pazartesi günü (10 Haziran 2019) Sarıçay Barajını konu alan yazım hakkında görüş ve düşüncelerini paylaşmak amacıyla ısrarıma rağmen adının zikredilmesini istemeyen bir dostum aradı.

Uzunca sohbetimizde onun üzerinde durduğu söz konusu olumsuzluklar olunca bu ve başka yazılarda sadece siyasetçileri konu ettiğimi biraz da Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek adına, elmanın diğer yarısı, seçmen boyutunu da dikkate almamı salık verdi.

Dostuma kalırsa değil mi ki, seçmen iradesi ve sandık söz konusu en az siyasetçi kadar seçmen de bir toplumda yaşanan olumlu ya da olumsuzluklardan pay sahibidir.

Onun dediği şu:

“Aydın’ın temel sorunlarının hallinde aynı parti milletvekillerinin bile bir araya gelemedikleri gerçeği doğru bir tespittir.

Ancak unutmamalıyız ki, bu olgu günümüzde ortaya çıkan Aydın’a özel bir olay değildir.

Her ilde olan ama Aydın’da havasından mıdır, suyundan mıdır parti farkı olmaksızın daha belirgin bu kasaba siyasetinin varlığını sürdürmesidir

Benim asıl üzerinde durmak istediğim tayin, nakil akrabayı işe yerleştirmeden başka işlevi olmayan bu kasaba siyasetinin kurumsal hale gelmesindeki seçmenin rolüdür.

Tanım olarak siyasetçi ne bir proje mühendisidir ne de yatırımları devlet adına hayata geçirmekle görevli bir kamu görevlisidir.

Ama ne var ki, bizde milletvekiline yakınlık bir ayrıcalıktır. Asıl nedeni de sorun çözme konusunda  “bu işi nasıl başarırım” yerine bizde “kiminle hallederim” metodunun geçerliliğidir.

Bu anlayışın bir ürünü bizim toplumda anonim bir yaşam sürmek garibanlığa yorulduğu için milletvekiliyle telefonla konuşmak bile bir imtiyaz olarak görülür.

Oysa diğer demokratik ülkelerde siyasetçi/ milletvekili milletten gelen talepleri devlet kurumlarına iletmekle görevli bir aracı, devlet karşısındaki halkın temsilcisidir.

Bürokratik engelleri aşmada, devletle millet arasında üzerine düşen köprü görevini yaparken talepte bulunanlara karşı siyasetçinin mümkün olanı ve olmayanı bildirmesi siyasetin gereği, önemli bir konudur.

Yoksa kendisi yalancı konuma düşmekle kalmaz hem siyaset kurumuna olan itibara zarar verir hem de vatandaştaki devlete olan güveni sarsar.

Dahası gündem oluşturayım derken vaktiyle Demirel’in “Gapı gaptırmam” türü bir çıkışla bir yatırımı engellemeyle sonuçlanabilecek bir olaya sebebiyet verebilir”,dedi.

Dostuma iyi de “sade vatandaş devletten ne isteneceğini bilmez” demem üzerine o da:

“Demokratik baskı grupları meslek odaları, dernekler, sendikalar bu tür toplumsal talepleri dillendirmede birer araçtır ama Aydın o konu da sorunlu,” dedi.

Ve jeotermal konusundaki tartışmaları da örnek gösterdi.

“Bilindiği üzere jeotermalden yararlanma Aydın’daki gibi sadece enerji değildir. Tarım ve termal alanlarda da bu kaynaklardan istifade mümkünken 5686 sayılı yasa çıkarken enerji dışında kalan sektörlerde nasıl yararlanılacağı konusu hükme bağlanmamıştır.

Hal böyleyken diğer alanlarda da halkın kullanması adına yasal boşluğun giderilmesini bu güne kadar gür bir sesle dile getiren ne bir Ziraat Odası yetkilisi ne de başka bir kuruluş temsilcisi oldu.

Ayrıca salınan akışkanların suyu ve toprağı, gazların havayı zehirlediğine dair halkta oluşan derin bir şüphe olmasına karşılık o konuda da gerek jeoloji gerek ziraat mühendisleri odalarından ama olumlu ama olumsuz ne bir ses ne de bir açıklama yapan çıktı.

Sanki herkes hem sağır hem de dilsiz.

Sadece jeotermal değil, eğitim başta bu kentin sorunlarını dile getirme konusunda odalar, sendikalar derin bir sükut içersindeler.

Dostuma bütün kesimlerdeki bu kayıtsızlığı ve vurdumduymazlığı nasıl yorumlamak gerektiğini sordum.

İlginç bir cevapla “Estonya Feribotu yolcuları gibiyiz” dedi ve ekledi.

Modern deniz tarihinin en büyük kazası 28 Eylül 1994 tarihinde Baltık Denizi’nde yaşanmıştır.

1980 yılında Almanya Mayer Werft tersanesinde inşa edilen Estonya Feribotu’nun batmasıyla 852 yolcu ölmüştür.

137 kişi kazadan kurtulmuştur. Kıyıya yakın bir mesafede yatarak batan feribot, sadece gemi mühendisleri tarafından değil aynı zamanda kazada ölümlerin nedeni açısından davranış psikolojisi uzmanlarınca da yıllarca incelenmiştir.

İnsan davranış psikolojisi uzmanları bu kazada ölen 852 yolcunun neden kurtulmadıklarını araştırdı.

Aileri ile görüşüp geçmişlerini incelediler. Ölenlerin yüzde 98’nin çok iyi yüzme bildiklerini belirleyen uzmanlar son olarak kazadan kurtulanlarla görüştüler.

Ortaya çıkan sonuç şuydu:

Feribot 28 Eylül’de gece saat 00.50’de sert dalgalar nedeniyle su almaya başlamıştır. Giren sular 50 cm yüksekliğe ulaşınca feribot yan yatmaya başlamıştır.

Su miktarının artmasıyla birlikte tahliye işlemi başlamıştır. Ancak 987 yolcudan 137’si su almaya başlar başlamaz, hemen feribotu terk etmiştir.

Geri kalan 852 yolcu ise, gemi kaptanının “panik yapmayın, dünyanın en güçlü feribotundasınız” sözlerine kanarak su boşaltma işlemini izlemeye koyulmuşlardır.

Saatler ilerledikçe feribot daha da yan yatar ama 852 yolcu izlemeye devam eder. Sonunda saatler 01.50’yi gösterirken yolcularla birlikte tamamen sulara gömülür.

Feribotun su aldığını ve yan yatmaya başladığını görmelerine rağmen son saniyeye kadar rahat rahat batışı izleyen yolcular psikoloji ders kitaplarına “Estonya Feribotu Sendromu” olarak geçmiştir.

Halen o insanların davranış şekillerine psikoloji ilmi mantıklı bir izah getirememiştir.

Dostum “son zamanlarda yaşadıklarımızla, yazdıkların birlikte değerlendirildiğinde Aydın’ın hali, pürmelâli Estonya Feribotu’na benziyor” dedi ve sözünü bitirdi.

 

 

Aydınpost ANDROID'de TIKLA YÜKLE!   Aydınpost APPSTORE'da TIKLA YÜKLE!