Demem o ki, hem bölgenin başlıca zenginlik kaynağı hem de Ülke ekonomisi için bir milli servet niteliği taşıyan ve o nedenledir ki, devletin kuruluş yıllarında koruma altına aldığı,  sayıları milyonu bulan zeytin ağacının Aydın-Denizli Oto Yol inşaatı için telef edilmesi yanında hikâyelerinin de tarihe karışacak olması her açıdan gerek bölge insanı gerek hikâye sahipleri adına son derece üzüntü verici, vahim bir olaydır.

Günümüzde kuşakları tanımlamada X,Y,Z, sınıflandırması yapılıyor. Önceki kuşakları da Mehmet Kaplan Nesillerin Ruhu adlı eserinde yaptığı sınıflamada Savaş Nesli, Tasarruf Nesli ve Rahat Nesil olarak ayırmıştı.

Altmış yaş ölçü alındığında bu sınıflandırmaya göre, erkekler üzerinden gidersek, dedelerimiz Savaş Nesli, babalarımız Tasarruf Nesli ve altmış yaşın üzerindekiler,  Rahat Nesil oluyor.

(Mehmet Kaplan’ın tanımlaması 1960’lı yıllarda bitiyor. Devam etseydi her halde sonraki kuşağı da Tüketim Nesli olarak tanımlardı.)

Dedelerimizden kimilerinin,5-6 yıl, kimilerinin 8-9 yıl ömrü savaş ve askerlikte geçmişti, kimileri de şehit olmuştu ve ailesine, çocuklarına kavuşamamıştı.

Sadece Sarıkamış’ta yaklaşık 90 bin askerimiz donarak, şehit düşmüştü, Çanakkale Savaşı’nda ise bir ülkenin ihtiyatı liseli öğrenciler cepheye gitmiş ki, o yıllara ait çoğu lisenin kütük defterlerine “savaşa gittikleri için mezun veremedi” yazılmıştı.

Bir ülke düşünün ki, neredeyse beşeri sermayesinin hepsini kaybetmişti ve bir de bunun üzerine Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirebilmişti, buna Allah’ın mucizesi denmez de ne denir?

Osmanlı Devleti’nin küllerinden bir millet yeniden o ruhla dirilebildi ama bunun da bedeli geride bıraktığı bir yığın yoksul dul eş ve yetimleri oldu.

Hal böyle olunca bu milletin öz evlatları savaşmaktan ne mal, ne mülk ne de saraylar edinebilmişlerdi.

Bir gezisinde bu gerçeği Atatürk’le Mersinliler arasında geçen bir anekdot bütün gerçekliğiyle anlatır.

Atatürk Mersinlilerle sohbet arasında çevresindeki güzel evlerin ve köşklerin kimlere ait olduğunu sorar.

Kaç ev sorduysa hepsine aldığı yanıt azınlık konumundaki, Ermeni, Yahudi ve Rum vatandaşlara ait olduğu söylenir.

Atatürk bunun üzerine:

- Bu binalar yapılırken siz neredeydiniz, diye sorar.

Yanıt topluluk arasındaki aksakallı bir ihtiyardan gelir:

-Biz o zamanlar Yemen’de, Tuna boylarında, Balkanlar’da, Kanal Harbi’nde, Arnavutluk Dağları’nda, Kafkaslarda, Çanakkale’de savaşıyorduk Paşam! der.

Bu yanıt karşısında kimseden çıt çıkmaz. Rivayet o ki, Atatürk bu hatırasını her anlattığında Hayatta cevap veremediğim yegâne insan bu aksakallı ihtiyar olmuştur,diyecektir.

Anekdotta da geçtiği üzere ömürleri cepheden cepheye koşmakla geçen büyüklerden çocuklarına mal, mülk miras kalmayınca Tasarruf Nesli, yoksul kesime kazma, kürek çalışmaktan başka çare kalmıyordu.

Nasıl ki, yeni devlet Osmanlı’nın külleri üzerinden dirildiyse onlar da var gücüyle çalışacak ve hem kendi idarelerini temin edecek hem de Mehmet Kaplan’ın Rahat Nesil dediği çocuklarına iyi bir gelecek hazırlayacaklardı.

Ve onlara gecesini gündüzüne katarak fundalıklarla kaplı dağları zeytinlik haline getirmek, ılgınlık olan ovayı ıslah ederek ekim, dikime elverişli tarlalara dönüştürmek düşüyordu.

Devletin 1939 yılında çıkardığı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerin Aşılattırılması Kanunu ihtiyaç sahiplerinin zeytincilikte önlerini açmıştı.

Devlet bu kanunu çıkarmakla bir yandan sağladığı kolaylıklarla fakiri, yoksulu zeytin tarımına özendirirken diğer yandan da zeytini stratejik ürünler kapsamına almıştı.

1960’lı yıllara kadar fundalık açmak için henüz teknolojinin yeterince gelişmediği bu süreçte büyüklerimizin delice çıkarmak için ömürlerini kok kazarak geçirdiklerine şahit olduk.

Bu şekilde zeytinlik ihya etmek isteyenlerden biraz varlıklı olanlar gündelik işçi çalıştırırlardı, hali vakti olmayanlar ise ya kendisi çalışır ya da aralarında imece yapardı ki, o zamanki insanların dayanışması bir başkaydı.

Dahası üç dört arkadaş paralarını bir araya getirir, içlerinden birine bir tarla, bir zeytinlik ya da bir sürü koyun satın alırlardı, çifti imece usulü sürerler, ekinlerini biçmede, harmanlarını kaldırmada ortak hareket ederlerdi.

Fundalıktan zeytinlik açanların, çalılar arasında küçük bir delice bulduklarında keyiflerine diyecek olmazdı.

 Sonrasında ise o deliceye, aşıya gelmesinden, meyve verinceye kadar geçen sürede gözü gibi bakarlardı.

Zamanı geldiğinde o delicelerin tez aşıya gelmesi için dibini çapalarlar, filizlerini imar ederler, aşıya gelecek büyüklüğe erişmesini dört gözle beklerlerdi.

Aşılanıp meyve vermeye başladığında ise sanki incinmemesi, yaprağı, dalı kırılmaması için, sırık vurmaktan sakınırlar, okşarcasına zeytini elleriyle sıyırırlardı. 

Sonradan sahip olanların belki çoğu bilemeyebilir ama her zeytin ağacının unutulmuş da olsa dikene, yetiştirene ait yaşanmış gerçek bir hikâyesi vardır.

O nedenle Aydın dağlarındaki ister deliceden aşılama ister dikme her zeytin ağacı genç de olsa yaşlı da olsa bir meçhul asker anıtına benzer.

Demem o ki, hem bölgenin zenginlik kaynağı hem de Ülke ekonomisi için bir milli servet niteliği taşıyan ve o nedenledir ki, devletin kuruluş yıllarından itibaren koruma altına aldığı, sayıları milyonu bulan zeytin ağacının Aydın-Denizli Oto Yolu inşaatı için telef edilmesi yanında hikâyelerinin de tarihe karışacak olması her açıdan gerek bölge insanı gerek hikâyelerin gerçek sahipleri adına son derece üzüntü verici, vahim bir olaydır.

Aydın hakkında Evliya Çelebi: “Ovalarından bal, dağlarından yağ akan yerdir,” demişti.

Herodot’un da yine Aydın hakkındaki:”Bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel gökyüzünün altı ve en güzel iklimin bulunduğu yer,” sözü ünlüdür.

Her halde bu gidişle bu sözler geçerliliğini yitirecek, Aydın hakkındaDağlarını oto yolun delik, deşik ettiği, ovalarını jeotermal santrallerin kapladığı, üzerinde oturanların topraklarının kadrini, kıymetini bilmediği bir yerdir,” denecek.