Bütün arzu ve istekleri bir dönem daha seçim kazanmak olan bireysel hırslarının esiri politikacıların bir kentin ekonomik kurtuluş savaşına önderlik etmelerini beklemek, önderlik etseler de o savaşın zaferle sonuçlanacağının hayalini kurmak beyhudedir.

Savaşlar, teknolojik keşifler, bulaşıcı hastalıklar, dönüşümler ve değişimler ya Rusya-Ukrayna Savaşı gibi bölge milletlerini etkiler ya da korona gibi küresel ölçekte bütün dünya için bir tehdit oluşturur.

Sonuçta ya sistem değişir ya da dönüşür.

Bu çerçevede 1950 sonrasında yaşamakta olduğumuz koronayı saymazsak bütünüyle insanların hayatını değiştiren iki gelişmeden söz etmek mümkündür.

İlki Soğuk Savaş döneminin iki süper gücünden biri olan ABD’nin başını çektiği Kapitalist Batı 1960’lı yıllarda emek yoğun üretimden bilgi yoğun üretim modeline geçince Sovyetler Birliğini nitelikli insan gücü ve zengin doğal kaynaklarına rağmen sanayide dolaylı yönden de ticarette geride bırakmıştı.

Bu gerileme 1990’lı yıllarda Mihail Gorbaçov’un glasnost(açıklık),perestroyka (yeniden yapılanma) politikası sonucu Rusya’nın Batı Kapitalizmi karşısında havlu atmasıyla sonuçlanmıştı.

Rusya’nın yarıştan kopması aynı zamanda ABD’nin önderliğinde dünyanın tek kutuplu hale gelmesi yanında aynı zamanda insanlığın hayatında yeni bir dönemin de başlangıcıydı.

Her şeyden önce bu gelişme savaş tehlikesini devletlerin gündeminden çıkarmıştı ama ikinci bir çıkar savaşının da fitilini ateşlemişti, hem uluslararası hem kentler arası, oldukça geniş cepheli ticari rekabet…

Savaşla ticaretin benzerliği hakkında Waterloo Savaşında 1.Napolyon’u yenmeyi başaran Prusyalı General Carl Von Clausewitz şöyle der; ”Savaş ne sanattır, ne de bilimdir. Savaş toplumsal yaşamın bir bölümüdür.

Savaşı her hangi bir sanatla karşılaştırmaktansa ticaretle karşılaştırmak daha iyi olur. Çünkü ticaret de insanlar arasında bir çıkar ve faaliyet çatışmasıdır.”(Muharrem Sarıkaya, Haber Türk, 24.02.2022)

Artık günümüzde idari sistemleri ne olursa olsun milletlerarası ilişkilerde bir numaralı belirleyici ticari ilişkilerdir.

Diğer taraftan bilgisayarın ve internetin iletişimde sağladığı kolaylık büyük kentlerin tekelinde olan dış ticareti Anadolu’nun bir kentinde, hatta kasabasında yapılır hale getirdi.

Ayrıca e-ticaretin kapısını açtı, bu sayede insanlar hem dünyanın öbür ucundaki bir müşterisine ürünlerini satabiliyor hem de ihtiyaçlarını aynı yoldan karşılayabiliyorlar.

Eğer bu savaşta elini çabuk tutabilseydi her türlü sebze ve meyve yanında nadir bulunan endemik bitkilere de ev sahipliği yapan Aydın turizm imkânlarının katkısıyla önemli merkezlerden biri olmada başı çekebilirdi.

Ama ne yazık ki, bu savaşta Aydın o treni ilkönce tarımda 1960-70’li yıllarda emek yoğun üretimden bir ürünün katma değerini yükselten entegre sanayiye geçişi ıskalamakla kaçırdı.

Söz gelimi bu gün meyve olarak satmak yerine inciri sanayi ürünü haline getirir, incir reçeli, incirli dondurma olarak pazarlarsanız kazancınız üçe, dörde katlanabilir.

Bir de mesela incirden bir marka çıkarabilirseniz kazanacağınız miktar daha da artar, beşe, altıya katlanabilir. Çilekte, kestanede ve diğer sebze ve meyvelerde de öyle.

Gelinen noktada ülkeler arasında hatta aynı ülkenin kentleri arasında savaş işte bu kendi ürettiklerini pazarlama konusunda ve tarihi eserleri turizme açmada yaşanıyor.

Eğer Aydın bu geçişi gerçekleştirebilseydi üreticisinin tarımda bu günkü darboğazla karşılaşmayacağı kesindi.

Bunu gerçekleştirememesinde dönemlerinin popülist politikacıların da payı olduğunun altını çizmek gerekir.

Aydın özelinde aynı popülist yaklaşımların kırsal kalkınmayı Ankara merkezli olmaktan âdemi merkeziyetçiliğe yani yerel siyasete terk eden büyükşehir uygulamasına geçişten sonra devam ettiği de başka bir gerçektir.

Aydın bir Eskişehir, bir Konya, bir Antalya, bir Gaziantep örneklerine bakınca Prusyalı General’in dediği gibi ticari savaşa önderlik yapacak bir başkan, bir siyasetçi bulamadı demek de mümkündür.

Bu durum Ülke’nin sanayileşmesine ket vurduğu gerekçesiyle itiraz ettiğimiz, bir zamanların Batı tarafından Türkiye’nin hammadde tedarikçiliği yapan, ihtiyacı olan endüstri ürünlerini kendilerinden ithal eden bir ülke olması politikasıyla da örtüşüyor.

Aradaki tek fark Aydın’ın bu duruma yabancılar eliyle değil kendi insanının ihmali sonucu düşürülmüş olmasıdır.

Yoksa Aydın gastronomisiyle, tarihi eserleriyle, ürün çeşitleriyle, yayları ve deniziyle gerek Ülke’de gerek yurtdışında yarışabilecek bir kent olmada önemli avantajlara sahip bir kenttir.

Eğer girişimciliği teşvikle görevli ticaret odaları, ticaret borsası benzeri sivil toplum örgütleri gerekli çabayı gösterselerdi siyasetçiler de buna, önderlik etseydi Aydın’ın refah seviyesi bu günkünün hayli üzerinde olurdu.

Bu konuda hiçbir siyasetçinin, eski siyasetçilerin başvurduğu kolaycılığa sığınarak, görevlerinin halkın istekleri doğrultusunda politika üretmek olduğunu ve kendilerinin de buna sadık kaldıkları gerekçesiyle topu taca atma lüksü yoktur.

Çünkü bir siyasetçinin asli görevi temsilciliğini yaptığı bölge halkını olumlu yönde dönüştürmektir.

Örnek Birinci Dünya Savaşı sonrası Ülke’nin içine düştüğü durumdan kurtarmak için  “çarenin ne olduğu” konusunda Atatürk ve yakın kurmayları halkın görüşüne başvursaydı o günlerin zihin karışıklığı ile büyük olasılıkla birden fazla çözüm önerisi ortaya atılacaktı.

Ama o seçeneklerden en başta geleni, büyük olasılıkla Mondros Mütarekesinin bir sonucu ordunun dağıtıldığı, vatanın işgal edildiği bir dönemde önce savaşarak vatanı işgalden kurtarmak, ardından da yeni bir devlet kurulması şıkkı olmayacaktı.

Ama hikâyeleri ülke ve onun üzerinde yaşayanların mutluluğu olan idealist insanlar ve zafere inananlar sayesindedir ki, savaşlar zaferle sonuçlanır, milletler özgürlüğüne kavuşur.

Bütün arzu ve istekleri bir dönem daha seçim kazanmak olan bireysel hırslarının esiri politikacıların bir kentin ekonomik kurtuluş savaşına önderlik etmesini beklemek, önderlik etseler de o savaşın zaferle sonuçlanmasının hayalini kurmak beyhudedir.

O halde bu kurtuluşa kimlerin önderlik edebileceğine dair örneği de yine yaşanmış tarihi bir olay üzerinden verelim.

Hatırlanacağı üzere Yunan Aydın’ı işgal edince 57.Tümen Komutanı Albay M. Şefik Bey (Aker) Tümen Karargâhını, İtalyan Bölgesi, Çine Askerlik Şubesine taşımıştı.

Ayrıca mesaisinin önemli bir bölümünü de Aydın’ın düşman işgalinden kurtuluşuna çare aramakla geçiriyordu.

Vatandaşınsa kafası karışıktı, bir kısmı Yunan yerine İtalyanlar gelsin diyordu bazıları da Erbeyli İstasyonuna Yunan’ı karşılamaya gitmişti.

Böyle bir ortamda bir akşam o sırada ailesini Sultanhisar’dan Çine Yağcılar Köyü’ne nakleden Yörük Ali ve aynı köyden Kıllıoğlu Hüseyin’i Karargâhına davet eder.

O görüşmede ülkenin içinde bulunduğu vahameti onların anlayabileceği bir dille anlatır

 Albay Şefik Bey sözünü bitirince Yörük Ali Efe “Albayım sen telaşelenme, bundan sonra bizim işimiz Yunanla uğraşmak olacak.

Yeter ki, siz bize güvenin, bu milleti bu hale bu memleketin eşrafı (zengin) getirdi,” der.

Ve bu toplantının ardından kısa sürede Efe’nin karargâhı Dalama’da binden fazla genç toplanır.

Aydın da Prusyalı General Carl Von Clausevitz’in dediği savaşı gerçekleştirecek bir Yörük Ali Efe ve ona güvenen, eşrafın baldırı çıplak diyerek küçümsediği fedakâr gençleri bekliyor.