Atatürk Türkiyesi 1934 yılında Akdeniz’de ve Balkanlar’da artan tehditlere karşı Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya’nın da içinde bulunduğu Balkan Paktı’nı kurdu. Dostluk havası öyle esti ki, Yunanistan Balkan Konfederasyonu’nu konuşmaya başladı. Hem de başkenti İstanbul! İşte bu günlerde Ayasofya müzeye dönüştü.

Ayasofya’nın 24 Kasım 1934 tarihinde müzeye dönüştürülmesi karırı siyasiydi. Nedeni de Balkan Paktı’ydı. 1933 yılında iktidara gelen Hitler, aynı zamanda İtalya’da uzun süredir iktidarda olan Mussolini Türkiye için tehditti.

O tarihte en yakın ve en ciddi tehdit kuşkusuz İtalya'ydı. Burnumuzun dibindeki 12 Ada İtalya'nın egemenliğindeydi. İtalyan denizaltıları Akdeniz'de ticari gemileri batırıyordu. Bunlara “esrarengiz denizaltılar” deniliyordu. Resmi olarak bir şey söylenemezse de İtalya'nın yaptığı belliydi... Bu konu uluslararası sorun haline gelmişti… İtalya, Arnavutluk ve Yunanistan'ı da tehdit ediyordu. Aynı zamanda Türkiye'yi de tehdit ediyordu... Mussolini’nin ölçüsüz istekleri ve planları Türkiye’nin tepkisini çekiyordu. Atatürk’ün Mussolini’yi kastederek, “Bana tekrar çizmelerimi giydirmesinler” sözü buna bir cevaptı. İşte bu durum için bölgede bir savunma hattı kurmak gerekiyordu.

BALKAN PAKTI

Atatürk yönetimi, Balkan Paktı için kolları sıvadı. 1933 yılında Yunanistan, Yugoslavya, Romanya ve Bulgaristan ile sıkı diplomatik görüşmeler yapıldı. Hava yoklandı. Olumlu cevap alınınca bu doğrultuda çalışmalar hızlandı. Bu ülkelerle “Dostluk ve işbirliği antlaşmaları” imzalandı. Başvekil İsmet İnönü Balkan ülkelerine ziyaretlerde bulundu. Karşılıklı jestler yapıldı. Selanik’teki Atatürk evine, Atatürk’ün yaşadığına ilişkin plaket asıldı. Ev özel olarak tahsis edildi. Balkan Konferanslarında da güzel hava esti. Kültür ve spor alanlarında hatta sağlık alanında da Balkan Birlikleri kuruldu. 9 Şubat 1934 tarihinde Atina’da Balkan Paktı imzalandı. Paktta Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya vardı. 1938 yılında Bulgaristan, Pakt ile iyi ilişkiler anlaşması yaptı. Balkan Paktı’ndan Sovyet Rusya rahatsızlık duydu. Kendilerine yönelik olduğunu iddia etti. Daha sonra onlar da ikna edildi. Bu sıkıntı aşıldı…

Balkan Paktı, Yunanistan’da bazı politikacılar tarafından öylesine önemsendi ki, aynı ülkelerin içinde olacağı şekilde bir Balkan Konfederasyonunun kurulabileceğini bile savundular. Başkent olarak İstanbul’u öngörüyorlardı. Batı Trakya’nın da otonom bölge olacağını ileri sürdüler.

Yunanistan’da zamanla iktidar değişse de olumlu hava devam etti. Çünkü İtalya’nın Arnavutluk ve Yunanistan’ı tehditleri onlar için hayatiydi. Zamanla bu da gerçekleşti. Bizim için de Yunanistan dostluğu önemliydi. Yunanistan bölgede kilit ülkeydi.

Bu etkimiz nedeniyle İtalya Devlet Başkanı Mussolini, “Neden bizimle de dostluk antlaşması yapmıyorsunuz” diyerek Türkiye ile ilişkileri yumuşatmaya çalıştı. (Tevfik Rüştü Aras, Atatürk’ün Dış Politikası, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2003, s.133-149.)

BATI’YA DEĞİL DOĞU’YA MESAJ

Kasım başında Ankara’da Paktın toplantısı yapıldı. İşte bu tarihte Bakanlar Kurulu kararıyla Ayasofya müzeye dönüştürüldü. Yunanistan, Yugoslavya ve Bulgaristan Ortodoks’tur. Bunlar için bu caminin anlamı var. Yoksa Avrupa ülkeleri için değil… Müze kararı Avrupa için değil, Balkan ülkeleri için alındı. Mesaj onlaraydı. Amacı da birliğin kuvvetlenmesiydi. Yani siyasi bir jest… Bu bir taviz de değildi… O günlerde bölgede huzur ve barış önemliydi. En önemlisi de İtalya ve Almanya’ya karşı bir savunma hattı kurmak gerekiyordu. Kuruldu.

Atatürk, 1937 yılında da doğumuzu güvenceye almak için Sadabat Paktını kurdu. Buna da Türkiye, İran, Irak ve Afganistan üye oldu. Bununla da doğumuzu güvenceye aldık.

İkinci Dünya Savaşı koşullarında bu iki pakt da bir işe yaramadı ve herkes başının çaresine baktı. Koşullar da değişmişti… Almanya’nın etkisi Balkanlar’da artmış ve onları etkilemişti. Bir anlamda içten paktı çökertti… Zaten Atatürk de yoktu…

Atatürk her zaman stratejik bakmıştır. Ayasofya’nın işte bu stratejide bir anlamı vardı…

Bugün ise bu şartlar ortada yok. Bambaşka bir dünya var. Bu dünyanın içinde Ayasofya’nın müze olarak kalmasının da bir anlamı yok. Onun için bu kararın değiştirilmesi çok büyük bir sıkıntı değildir. Zaten dışarıda da ciddi bir tepki olmadı… Rusya bile “Türkiye’nin içişleri” dedi. En önemlisi de bu karar egemenlik hakkımızdır. Kimseyi ilgilendirmez.

Ayasofya kararı Devrim Kanunu değildir. Değiştirilebilir. Bu Atatürk’e yönelik bir karar değildir. Hele saygısızlık, asla…

KARAR BUGÜN DE SİYASİ

Karar bugün de siyasi. Hükümet ekonomik kriz nedeniyle sıkıntı içinde. Yapılan anketlerde oyunda da düşüş var. Ayasofya’yı yıllardır dile getiren muhafazakâr kesimdir. İşte hükümet bunların oyunun başka yerlere gitmesini istemiyor. Bir de Babacan ve Davutoğlu da karşı tarafta ellerini ovuşturuyor… Zamanlama olarak da bu sıkıntının içinde bu karar alındı. Yani siyasi bir kararla karşı karşıyayız. Bakalım onlar için bir faydası olacak mı?

Önümüzde büyük sorunlar var. Buralarda bir ve bütün olmak gerekiyor. Böyle meselelerde ayrılmamak önemli bir meziyettir. Her iki kesimin de diline dikkat etmesi gerekiyor. Ağır sözler ayrışmayı artırır. Yapılan açıklamalar, maksadı aşmamalı. Atatürk dönemine haksız eleştiriler ve son kararın başka manalara çekilmesine yarayacak yorum ve açıklamalar kabul edilmez. Ayrışmaya yarar.

Amerikan emperyalizmiyle Irak’ta, Suriye’de, Libya’da ve en önemlisi Akdeniz’de mücadele ederken; ona yarayacak adımlar bize vurulan en büyük darbe olur.

BOZKURT’UN FATİH’İ VE AYASOFYA

Yazımızı Kemalist düşünür Mahmut Esat Bozkurt’un değerlendirmesiyle bitirelim. Bozkurt, “Atatürk İhtilali” isimli eserinde Ayasofya’ya ilişkin olarak şu değerlendirmeyi yapar: “Bizans da son günlerinde böyle idi. Fatih İstanbul kapılarına dayandığı zaman içeride en büyük meseleleri kırmızı mavilerin birbirine rekabeti, Ortodoksluk Katoliklik münakaşaları teşkil ediyordu. Nihayet Rumlar şunda karar kıldılar! İstanbul kilisesinde, Ayasofya'da kardinal kavuğu görmektense, Türk kavuğu görmek hayırlıdır!” (Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali 1- 2, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2003, s.333.)

Bozkurt, İstanbul’un fethini ve Fatih’in büyüklüğünü ise şöyle anlatır: “Türk ordusu, vuruşa vuruşa, Divanyolu'na ve oradan Ayasofya'ya doğru ilerliyordu. Biraz sonra çan yerine ezan sesleri yükselmeye başladı. Bizans düşmüştü. Böylelikle: Cetlerimizin bembeyaz şimşekler gibi parlayan yalın kılıçları, ortaçağların karanlıklarını yaktılar ve insanlığa, yeniçağlar denilen asırları armağan ettiler. Fatih ölebilir mi?

Fatih'in etrafındaki Türk şehitleriyle, gazileri ölebilirler mi?

Nitekim ölmediler de!..

Yalnız kendi tarihlerinde, Türk tarihinde değil, dünyanın en büyük hadisesi olarak yabancı tarihlerde de dünkü azamet ve heybetleriyle yaşamaktadırlar. Bana, "Padişah destanlarından zevk alıyorsun. Sen nasıl cumhuriyetçisin" demeyiniz.

Ben cumhuriyetçiyim ve cumhuriyetçi olarak öleceğim. Bu, mutlak ve muhakkaktır.

Ancak benim cumhuriyetçiliğim, milli tarihimin milli destanlarımın şereflerini, fetihlerini inkâr etmek anlamına gelmez. Asla!..

Hatta tarihime ait kabahatleri de benimserim. Tarih bir bütündür, bu mirası toptan benimserim. Fatih'ler, Selim'ler, Türk'ün birer iftihar, şeref destanlarıdır. İnsan olarak insanlığın bile. Hatta bunların nesli olduğu için, dejenere padişahlara bile bu millet, hürmet ve sükût etmiş, son zamana kadar onlara tahammül etmiştir. İçinizi yoklayınız.

Kendi kendinize sorunuz, neden tahammül ettiniz?

Neden padişahlığa çoktan son vermediniz?

Şu karşılığı alacaksınız: Fatih'in, Selim'in torunları oldukları için…

Fakat saati çalınca, bıçak kemiğe dayanınca mesele hallolundu ve Türk milleti bizzat padişah oldu, Cumhuriyet kuruldu.

Fatih ve Selim birer Türk dahisidir. Bunları padişah olarak değil, birer büyük Türk, devlet adamı, birer büyük Türk kumandanı olarak değerlendirmelidir. Hem de sadece Türk tarihinin değil, dünya tarihinin büyük devlet adamı, büyük kumandanları olarak… Fatih ve Selim büyüklüğü padişahlıkta değil, padişahlık büyüklüğünü bunlarda buldu. Fatih ve Selim padişahlıkla değil, padişahlık bunlarla süslendi.” (Age, s.173.)