İslâm'ın erken döneminde beş temel ilkeyi kabul eden itikadî (Kelamî) bir mezheptir. Hicri ikinci yüzyıl boyunca kelam geleneğinin bilgi, yöntem ve tabiat bahislerini tahkim ederek kelamı küllî bir bilim hâlinde inşa eden ekolün kurucusu, Vâsıl b. Atâ'dir (ö. 748). Siyasî çatışmalara taraf olmaktan uzak durdukları (i'tizâl) yahut Vâsıl'ın Hasan-ı Basrî'nin (ö. 728) ders halkasından ayrılması (i'tizâl) nedeniyle Mutezile (Ayrılanlar) olarak adlandırıldıkları söylenir. Ekol önce Basra'da gelişmiş, kısa süre sonra Bişr b. Mutemir (ö. 825) öncülüğünde Bağdat Mutezile ekolü kurulmuştur.

Basra ekolünde Mutezile tarihine damgasını vuran isimler, Vâsıl b. Atâ, Ebû'l-Hüzeyl el-Allâf (ö. 850), Şâhhâm (ö. 883), Ebû Ali el-Cübbâî (ö. 916) ve Ebû Hâşim el-Cübbâî (ö. 933) çizgisidir. Vâsıl ekolü kurmuş, Ebû'l-Hüzeyl sistemleştirmiş, Şahhâm madumun şeyliği teorisini geliştirmiş, Ebû Ali bütün ekole yeni bir yön vererek kulun iradeli fiillerinin yaratıcısı olduğu iddia etmiş, Ebû Hâşim ise ahvâl teorisini geliştirmesinin yanı sıra Mutezile geleneğinde eleştirel düşünce dönemini başlatmıştır.

Bağdat ekolünün hâkim kanadı ise Bişr b. Mutemir, Ebû Musa el-Murdâr (ö. 841), Cafer b. Mübeşşir (ö. 850-51), Ebû'l-Hüseyin el-Hayyât (ö. 913 [?]) ve Ebu'l-Kâsım elKa'bi (ö. 931) çizgisidir. Bişr meşhur tevellüd nazariyesini geliştirmiş, Murdâr, kötü fiillerin Allah'a nispeti hususunda teori ve pratik ayrımı yaparak kudret ile nispeti ayrıştırmiş, Cafer âhiret bahislerinin de aklın idrak alanına girdiğini söyleyerek aklî idrakin sınırlarını genişletmiş, ayrıca Mudar'la birlikte Mutezilenin zühd idealini somutlaştırmış, Hayyât Mutezile'nin fikrî birliği ve özgünlüğünü ortaya koymuş, Ka'bî ise Bağdat ekolünü zirveye taşımasının yanı sıra Mutezile'nin bilgelik idealini somutlaştırmıştır.

Her iki sıralamanın da sonunda bulunan isimler (Ebû Hâşim el-Cübbâî ve el-Ka'bî) Mutezile'nin müteahhirûn dönemi imamlarındandır, Muteziledeki nazarî tefekkürün meyvesi kabul edilebilir. Mutezile ekolü, Hicri ikinci yüzyılın ilk yarısında sistemleştiği için üçüncü yüzyılın ikinci yarısında birinci evresini tamamlamış ve Ebû Ali el-Cübbâî ile birlikte müteahhirûn dönemine girmiştir. Eşarî gelenekte Fahreddin er-Râzî'nin konumuna benzer şekilde Ka'bî ve Ebû Hâşim'in teorileri, hem sonraki Mutezilîleri hem de Ehl-i Sünnet kelamcılarını etkilemiştir. Etkilerin bir kısmı, teorilerin alınıp dönüştürülmesi şeklindedir. Buna Eşarî gelenekte Cüveynî'ye kadar, Mâturîdî gelenekte ise modern döneme kadar etkili olan ahvâl teorisi örnek verilebilir. Bir kısım etkiler ise karşı teorilerin geliştirilmesine vesile olmak tarzındadır. Buna da İmâm Mâturîdî'nin Ka'bî'ye karşı geliştirdiği ve sonradan Matürîdiyye'nin temelini oluşturacak görüşler örnek verilebilir.

Mutezile ekolü, kendi içinde oldukça farklı eğilimleri barındırır. Fakat bütün bu eğilimler beş esas etrafında birleşir: Tevhid, adalet, el-va'd ve'l-vaîd, el-menzile beyne'l-menzileteyn ve emir bi'l-ma'rûf nehiy ani'l-münker. Tevhid, diğer ilkelerin temelini oluşturur ve özellikle Mutezilenin sıfatlar teorisiyle ilgili duyarlılıklarını ifade eder. Mutezili âlimler, Allah'in zatına ilave sıfatlar kabul etmenin birden çok kadimi kabul etmek anlama geleceğini düşünürler. Bu sebeple erken dönemde Mutezile imâmları, Allah'ın sıfatlarının O'nun zatından ibaret olduğunu veya zatının aksiyle nitelenmemesi anlamına anlaşılması gerektiğini iddia etmiştir. Buna göre Allah'ı âlim olmakla nitelemek, O'nun zatının ilim olduğunu söylemek yahut O'ndan cehâleti olumsuzlamak anlamına gelir. Daha sonra Ebû Hâşim, sıfatlar teorisine yönelik eleştirileri de dikkate alarak ahvâl teorisini geliştirmiştir. Buna göre ilahî sifatlar, varlık ve yoklukla nitelenmeyen hâllerden ibarettir. Mesela Allah'ın bir âlimlik hâli vardır. Bu hâl ne vardır ne de yoktur ama biz ilahî fiillere baktığımızda fâilde böylesi bir hâlin varlığını yani sonuçlarını kavrarız.

Adalet ilkesi, Allah'ın daima iyiyi yaptığını ve kötü fiillerin O'na nispet edilmesinin imkânsız olduğunu ifade eder. Bu sebeple Mutezile imâmları, kulun iradesiyle yapılan kötü fiillerin Allah'ın nispet edilemeyeceğini iddia etmiştir. Başlangıçta kulun fiillerinin fâili olduğu söylenmiş olmakla birlikte Ebû Ali el-Cübbâî kulun fiillerinin yaratıcısı (hâlık) olduğunu söylemiştir. Bu ilke, kulun fiillerinin ezelde ilahî irade tarafından belirlenmesi anlamında kaderi reddetmek demektir ki Mutezile bundan dolayı "Kaderiyye" olarak da adlandırılır.

el-Va'd ve'l-vaîd ilkesi, bu dünyada iyilik yapan kulların ahirette mükafata mazhar olacağını, büyük günah işleyip tövbe etmeden ölenlerin ise azaba duçar olacağını ifade eder. Bunun bir ilke olarak benimsenmesi ise Allah'ın vaat ve tehditlerinden dönmesinin mümkün olmaması anlamına gelir. Mesela Allah'ı inkâr ederek ölen bir kimseyi yahut büyük günah işleyip tövbe etmeden ölen bir kimseyi Allah'ın affetmesi ve cennete koyması mümkün değildir.

el-Menzile beyne'l-menzileteyn ilkesi, büyük günah işleyenin akıbetinin ne olduğu sorusuna Hasan-ı Basri'nin verdiği "münafıktır" cevabını kabul etmeyen Vâsıl tarafından geliştirilmiştir. Buna göre büyük günah işleyen kimse, tövbe etmediği takdirde kâfir olur. Fakat o, bu dünyada Müslüman muamelesi görür ve İslâm hukukuna tabidir, âhirette ise ebedî cehenneme gider. Bu ilke başlangıçta Mutezile ekolünün ayrıştırıcı vasfı olarak görülmüştür.

Emir bi'l-ma'rûf nehiy anı'l-münker ilkesi, İslâm'ın yaşanması ve İslâm davetinin yayılması için iyiliği emretme ve kötülükten sakındırmanın vacip olduğunu ifade eder. Her ne kadar uygulamada toplumsal şartların elverişliliği gözetilse de ilkece vucubiyet benimsenmiştir.

Sosyal Bilimler Ansiklopedisi 3/Ömer Türker