Velhasıl dinin bir dinginlik alanı, siyasetin de kaynayan bir cadı kazanı olduğu düşünüldüğünde dinin kabul edemeyeceği yalanlar, kural tanımayan belden aşağı vurmalar siyasi arenada doğal olarak görülür, hoş görü ile karşılanır.

Din en kısa tanımıyla “teslimiyet, ibadet ve ahlaktır.” Yani Allah’a teslim olmakla insanı, ibadet, ahlak ve erdem noktasında zirveye (İnsanı-ı kamil) yükseltmektir.

Bu mertebeye erişebilmesi için din,ibadet yanında inananlara kazancından insanlık hayrına(infakı) harcamayı, nefsinin esiri olmamayı, kendine yapılmasını istemediğini başkalarına yapmamayı, tasarruf etmeyi, insanlar arasında adaletli davranmayı, dürüstlüğü, yalan söylememeyi, tevazu ve hoşgörüyü  tavsiye eder.

Bu açıdan bakınca Allah dünyayı yaşanır, bir cennete dönüştürmekle iyiliği, güzelliği egemen kılmakla kötülüğe de engel olmakla insanı görevlendirmiştir.

Siyasi partilere gelince Prof, Dr. Münci Kapani’nin tanımına göre “ Bir program etrafında toplanmış, siyasal iktidarı elde etmek veya paylaşmak amacını güden, sürekli bir örgüte sahip kuruluşlardır.(Kemal Öztürk, Haber Türk 09.08,2022)

Bu tanıma göre siyasi partiler iktidar erkini elde etmede kendine oy veren seçmene vaat ettiği hizmeti yapmak, iktidarın sağladığı çıkar ve güçten, yasalar çerçevesinde, üyelerini faydalandırmaktır.

O nedenle siyasi partilere “bir davanın misyonu” gibi siyaset üstü, mistik anlamlar yüklemek anlamsızdır. Çünkü çıkarın olduğu bir yerde davadan söz edilemez.

Ayrıca  bir hizmet aracı olan siyaset çoğunlukla kişisel çıkarlar için de kullanılabildiği gibi siyasetin ana malzemesi olan propagandanın içinde abartı da olabilir yalan da bulunabilir.

Normal şartlarda yalanı etik olarak ayıpladığı halde, siyaset söz konusu olduğunda yalanı satın alan insanlar  onu hoşgörüyle karşılayabiliyor. Muhafazakâr da liberal de olsa bu her kesim için geçerlidir.

Oysa davaya yüklenen din merkezli bir misyonda yalan dinin kabul etmediği “münafıklığın” belirtilerinden biridir.

Diğer taraftan siyasette mücadele yalnız rakip partiler arasında da olmaz. Bir de partilerin kendi içlerinde olan mevki, makam ve koltuk yarışı vardır ki o konudaki çekişme dışarıyla olandan daha şiddetli ve keskindir.

 Bu anlamda siyaset her türlü arının üşüştüğü ağzı açık bal kavanozuna benzer. 

Bazı hallerde siyasetçiler “zamanın ruhu” gerekçesiyle izledikleri politikalarını da değiştirebilirler..Ne de olsa liderler partilerinin yükseliş dönemlerinde maksimalist, düşüşe geçtiklerinde de pragmatist olurlar.

Velhasıl dinin bir huzur ve dinginlik alanı, siyasetin de kaynayan bir cadı kazanı olduğu düşünüldüğünde dinin kabul edemeyeceği yalanlar, kural tanımayan belden aşağı vurmalar siyasi arenada doğal olarak görülür, hoş görü ile karşılanır.

Aralarındaki bunca zıtlığa rağmen siyaset kurumu tarih boyunca hangi gerekçeyle dinden güç alabiliyor?

Şurası bir gerçek ki, Orta Doğu İslam Coğrafyası’nda Müslümanların duygusal bir özelliği belirleyicilikte din her alanda birinci sıradadır.

Onun için tarih boyunca yöneticiler iktidar iseler devam ettirebilmek, muhalefet iseler iktidar olabilmek için partilerine ya da konumlarına tecrübe sonucu kutsal bir ‘dava” anlamı yüklemenin çıkarlarına olduğunu görmüşler ve o nedenle dinden medet ummuşlardır.

Diğer taraftan “davaya” yüklenen bu kutsiyet icraatlarında sorgulanmamasında yöneticilere ya da lider konumundakilere dokunulmazlık kazandırmıştır.

Söz konusu dava olunca tahterevallinin bir ucunda idealist kesin inançlılar, diğer tarafında ise çıkarcılar vardır,ikisi arasındaki denge uzun süreli devam etmez. Zira,idealist  kesin inançlı gidişatı beğenmez trenden iner.

Ardından da arkadan geleceklere göz dağı vermek için “hain, dönek” damgasını yer. Lider de kendini terk edenleri sadakatsizlikle, kendini yarı yolda bırakmakla suçlar.

 Hâlbuki işin özüne bakıldığında siyasi arena bir tiyatro sahnesine benzer, her lider de sahnelenmekte olan oyunda birer karakter oyuncusudur.

Tiyatro sanatçısı rolünü kusursuz yaptığında alkış alır, kazancı artar, siyasetçi rolünü eksiksiz oynarsa izleyici, seçmen ödüllendirir, partisini iktidar yapar.

Münci Kapani’nin tanımladığı gibi her parti iktidara gelebilmek için üstlendiği rolü yapmaktadır ve bir çıkar peşinde koştuğu için de hiçbir parti bu durumda her hangi bir davanın temsilcisi değildir.

Aksi hareket edenler en büyük zararı rakiplerine üstünlük sağlayacağım derken bu milletin vatan, bayrak gibi bir sabitesi olan dine verirler. Çünkü siyasette de diğer toplumsal olaylarda olduğu gibi etki tepkiyi doğurur.

Camilerin iç mekânları bu tür siyasi davranışların uzağında tutulmazsa hem dine hem millete bedeli ağır olur.

O nedenle eylemin her türlüsü ister yazılı, ister sözlü, kutsal mekânların dışında yapılmalıdır.

Bu bağlamda geçtiğimiz hafta bir siyasi parti liderinin bir ilde Büyük Taarruz’un yıl dönümünde, Cuma hutbesinde Atatürk ve silah arkadaşlarının ruhuna Fatiha okutmadığı gerekçesiyle cami içinde, yüksek sesle imama gösterdiği tepki yerinde bir davranış olmamıştır.

Kaldı ki, bu milletin demokrasi geleneğinde camiye, kışlaya, okula siyaset sokulmaz ilkesi vardır.

Bu milletin sabitesi konumundaki kutsal mekânların itibar suikastına uğramamasında en büyük çabayı Diyanet İşleri Başkanlığı, din görevlileri, kısaca İlahiyat camiası göstermelidir.

Günümüzde 115 İlahiyat Fakültesinin bulunduğu bir Ülke’de deist, ateist, agnostik gibi cereyanlara kapılan genç sayısında artış oluyorsa bunun nedenlerini araştırmak ve çözüm üretmek  çoğu bakanlıktan fazla bütçesiyle, yaygın personeliyle her türlü imkana sahip Diyanet İşleri Başkanlığının görevi olması gerekir değil mi?

Ayrıca günümüz insanı fıkha ve diğer akait bilgilerine dair istediği bilgiye rahatça ulaşabilmekte,sorun ilahiyat camiasının “hikmeti” üretememesinde yaşanmaktadır.

.Bu gerçeği din görevlilerinin o konuda bilgilerini güncellemediklerini vaaz ve nasihatlerde görmek pekâlâ mümkündür.

 Vaizin gündemi günümüzün sorunlarıyla kafası hayli karışık cemaatin gündemiyle örtüşmeyince kürsüde söylenenler  havada kalıyor.

Bunun yanında kürsüye çıkan bazı müftü ve vaizler kendini tutamıyor siyaseten tartışma yaratacak konulara giriyor ve kamuoyunda eleştiri konusu olan sözleri diyanet camiasını töhmet altında bırakıyor.

İlahiyat camiasından gayet yetkin din adamlarından meydana gelen bir Din İşleri Yüksek Kurulu olduğu biliniyor ancak kamuoyunda bu kurulun varlığı ha var ha yok.

Mesela yetkin ekonomistlerle, iktisatçılarla, tıp uzmanı doktorlarla, hukukçularla, kısaca ihtiyaç duyulan alanlarda bu kurul uzmanlarla takviye edilse de örnek faiz konusunda hangi kazancın faiz, hangisinin olmadığı, sağlığı tehdit eden sigara benzeri, hakkında açık hüküm bulunmayan, tartışmalı konularda Yargıtay gibi fetva yayınlasa olmaz mı?

Ayrıca görmezden gelinen günümüzde aileyi tehdit eder bir boyuta ulaşan biri resmi nikâhlı diğeri kaçak dini nikahlı olmak üzere erkeklerin istismar aracı bir nikah konusu var.

Bu gibi tartışmalı konularda Diyanet İşleri Başkanlığı ve Din İşleri Yüksek Kurulu sesini çıkarmayınca meydan dini siyasetle özdeşleştiren hocalara ve bir şahsi görüşü genelleştirerek “namaz kılmayanın katli vaciptir”,diyebilen selefi softalara kalıyor.

Bundan da zarar gören din oluyor.