Artık Muvakkit Nuri Efendi gibi mesleğini seven ve görevine o aşkla bağlı ne insanları ne de yöneticileri bulmak mümkün,çünkü vasatın en büyük düşmanı kalitedir..

Etimolojik olarak ehliyet her hangi bir konuda yeterlilik, yapabilme gücü demektir. Liyakat ise layık olma, yeterlilik kabiliyet, uygunluk iktidar, kifayet, münasip olma anlamlarına gelir.

Her iki sözcük ilk bakışta eş anlamlı gibi görünse de ehliyet bir çalışmanın sonucu kazanılan teorik bilgiye, liyakat ise teorik bilgiye tecrübenin de katımlıyla elde edilen pratik bilgiye denir.

Aslında ehliyet ve liyakat her insanın geçimini sağladığı sanatında, işinde yani yaşamın her alanında gerekli olan kavramlardır.

 Bir araba tamircisi, bir duvarcı ustası, bir çoban, bir öğretmen, bir bakkal işinin ehli olmaz her hangi bir nedenle mesleğini yürütemezse geçimini sağlamada zorlanır.

O halde başarıda ehliyet ve liyakatin yanında önemli bir kavram daha vardır sevgi… İşini sevmeyen her ne kadar ehliyetli de olsa üstün yetenekli, liyakatli de olsa verimli olamaz.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ölümsüz eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde adından söz ettiği Muvakkit Nuri Efendi tamir için getirilen her saate insan gibi davrandığını, onlarla sohbet ettiğini anlatır..

Tıpkı onun gibi bir marangoz ihtiyaç duyduğunda bir tahta parçası ile göz temasına geldiğinde o parçanın “ben buradayım” dediğini hisleriyle anlar.

Bir bahçıvan da yetiştirdiği çiçek ve bitkilerle sohbet etmezse kendinde bir eksiklik hisseder ve bunun da çiçek ve bitkilerin yetişmesini olumsuz etkileyeceğini bilir ve ona göre davranır.

Keza bir öğretmen çocukla gönülden bir bakışla göz ve yüz temasına geçmediği sürece gerek bilgi aktarmada gerek davranışlarını düzeltmede onun üzerinde etkili olamaz.

Ehliyet ve liyakate sevgi eşlik etmeyince verimli olamayacağına dair örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür.

Ancak insanların günlük yaşamda ihtiyaçlarını gidermek üzere kurdukları ilişkilerinin bir yarısı çarşı, pazar, market ise diğer yarısı da resmi işleri için başvurduğu devlet kurumlarıdır, örnek, belediye, kaymakamlık, okul müdürlüğü ve PTT müdürlüğü gibi…

Bu kurumlarda da işinin ehli, gerekli tecrübeye sahip, insanlara hizmette sevgiyi prensip edinen Muvakkit Nuri Efendi benzeri insanların en alt biriminden en tepeye kadar olması gerekir.

Bunun da temeli devletin iyi, donanımlı, hakları kadar ödevlerini de bilen insanları yetiştirecek eğitim politikalarına dayanır.

Mesela İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Alman Hükümeti bütçe oluşturmak için o günkü başkentleri Bonn’da yaptığı ilk toplantıda bazı hükümet üyeleri:: “Her taraf yakıldı,yıkıldı şu anda eğitime,kültüre fazla bütçe ayırmayalım,önerisinde bulunurlar..

Teklifi reddeden Başkan Adenauer :” Bizi biz yapan eğitimimiz ve kültürümüzdür, eğer bunu çocuklarımıza öğretemezsek-mesela tasarruflu olma, ödev ahlakına sahip olma-yaptığımız binaların hiçbir anlamı olmaz.”der.

Bizde eğitim politikalarına verilen önem örnek bir Almanya’daki kadar olmadığı için veri tabanı da onlar kadar geniş değildir, ayrıca yönetici kolay yetişmez, eskiler buna ”devlet adamı fıkdanı(kıtlığı)” derlerdi.

Demek ki, eğitimli, ehliyet ve liyakat sahibi insanları devlette görevlendirecek devletin menfaatlerini ve geleceğini gözeten vizyon sahibi bir siyasi iradeye ve bundan taviz vermeyecek siyasetçilere de ihtiyaç var.

Yoksa yaratılışı gereği herkes yönetici olmak ister

 Bu gerçeği Psikolog Jordan Peterson insandaki testosteron hormonuna bağlar. ve bunu toplumun temelini oluşturan bir etken olduğunu savunur.

O nedenle yöneticiyi seçecek iradenin devlet aklıyla hareket etmesi de ehliyet ve liyakat kadar önemlidir. Bu ise sınavla olacak bir iş de değildir.

Kaldı ki, sözlü sınav sistemiyle yönetici belirlemek bir güvensizlik aracıdır, sözlü sınavda yöneticiliği olmayana 99 puan,25 yıllık yöneticiye 36 puan verilirse bu devlete olan güveni hepten yok eder.

Devlet gücüyle donatılmış bir yöneticinin bilgisi yani ehliyeti kadar o gücü kullanma iradesinde ve iktidarında yani liyakatinde olup olmadığı da bir o kadar önem taşır ki, sınavla bilgiyi ölçebilirsiniz ama liyakatte onu yapamazsınız.

O nedenle o gücü vereceğiniz insanı ince eleyip, sık dokumanız gerekir.Zira güç zehirlenmesine tutulanın zararı herkese dokunabilir.

Abraham Lincoln’ün bir sözü vardır: “İnsanların hemen hepsi zorlukların üstesinden gelebilir. Bir insanı karakterini denemek için ona güç verin.”der.

Çünkü bir kimsenin gerçek kimliği güç elindeyken ortaya çıkabilir. Bu her yöneticinin tecrübe sahibi, devlet aklına sahip olanlardan seçilmesini gerektirir.

Bu liyakat açısından da önemlidir.Çünkü karar verme iradesine sahip olmayan,,maaş için yöneticiliğe tamah eden, yumuşak huylu,her denilenin etkisi altında kalandan dinen de örfen de yönetici olmaz.

Aksi halde selden kütük kapma meraklısı, koltuk sevdalısı kifayetsiz muhteristen geçilmez.

Öyle olunca da birçok örneği görüleceği üzere bir yığın yanlış insanla doğru politikalar uygulanamaz, zira onların doğruluk iddiasıyla yaptıkları ikinci bir yanlıştan başka bir şey değildir ki, o da kaos demektir.

Oysa devlet adamı olabilecekler hakkında örnek Milli Eğitim Bakanlığı müfettişleri okulları ve kurumları denetlediğinde bakanlığa verdikleri raporlarında başarılı buldukları yöneticileri için “bir üst göreve atanabilirler,” notu düşerlerdi.

Merkezdeki -örnek Aydın Lisesi, Adnan Menderes Anadolu Lisesi, Fen Lisesi-gibi büyük okullara müdür olabilmek en az 10 yılı benzer bir okul müdürlüğünde geçmek üzere 20 yıllık kıdemi gerektirirdi.

Devlet kurumları da -mesela Devlet Planlama Teşkilatı, Milli Eğitim, Dış İşleri, Maliye Bakanlıkları-bu anlamda yönetici yetiştiren birer akademi gibiydi.

Bakanlıklar kurum yöneticilerinin bilgi ve tecrübelerini geliştirmek için periyodik Hizmetiçi Eğitim Kursları düzenlerdi ve bir üst göreve atanacaklarda bu kurslara katılanlara öncelik tanınırdı.

O sistemde siyasi iradenin talepleri ancak puanlamada eşitlik olursa yerine getirilirdi. Diğer yandan hak ihlallerini önlemek için geçici görevlendirmelere de, atanacak yönetici bulunamama gibi haller dışında, başvurulmazdı.

Örnek Milli Eğitim Müdürü gibi atama yetkisi bakanlıklara ait kurumlara Valilikler geçici görevle atamalarda yetki kullanmazlardı ki, bu bir devlet geleneğiydi.

Günümüzde Valilikler ceza aldığı için müdürlükten uzaklaştırılanları emsal bir göreve geçici olarak görevlendirebiliyorlar. Bu bile devlet geleneğini nasıl yok edildiğine ibretlik bir örnektir.

Geçici görevlendirme kapılarının sonuna kadar açılmasının neden olduğu talep patlaması devlet geleneğini yok etmekle kalmadı ehliyet ve liyakat ilkesinin de rafa kalkmasıyla doğan boşluğu vasatizm doldurdu.

Bunun bir sonucu 60 bin öğrencisi 20-25 bin çalışanıyla görevleri bilim ve teknoloji üretmek olan üniversiteler bile birer vasat üretim merkezine dönüştü.

(.Zaman zaman yazılarımda görmeye alıştığınız vasat sözcüğü orta/ortalama anlamındadır ve yalnız kullanıldığında kötüyü çağrıştıracak bir kavram değildir

Ama ne var ki, günden güne büyüyen sorunlarına yaratıcı fikirler, yeni çözüm yolları üretme ihtiyacı olan ancak bunun yerine hamasetle vaktini geçiren ve o şekilde mutlu olan bizim gibi toplumlarda vasat kavramı yalnız başına kullanıldığında da kötü olanı tanımlayabiliyor.)

Artık Muvakkit Nuri Efendi gibi mesleğini seven ve görevine o aşkla bağlı ne insanları ne de yöneticileri bulmak mümkün, çünkü vasatizmin en baştaki birinci düşmanı kalitedir.