Edebiyat Söyleşileri: Ahmet Büke

Ahmet Büke, dünyanın bir ucundan tutabilmek ve dünyayı değiştirebilmek için edebiyata başladı. 2008’de “Alnı Mavide” isimli kitabı ile Oğuz Atay Öykü Ödülü’nü, bu yıl da “Kumru’nun Gördüğü” ile Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazandı. Artık daha mutlu, çünkü yazdıkça kendi deyimi ile nefes almaya da başladı. Ahmet Büke ile edebiyatı, romanlarındaki siyasi atmosferi ve bu hayata tutunamayanları konuştuk.


“Kumru’nun Gördüğü” kitabında yer alan Sarı Rüya Defteri öyküsünde geçen “Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi”nde “Hayata Dönüş”, Korsakoff Sendromu gibi “derin” konular var. Birçok insanın gözünü kapayıp sırtını dönmeyi tercih ettiği bu konuları öykülerde ele almanızın nedeni, bir farkındalık, duyarlılık yaratmak olabilir mi?

Çok araçsal değil ama edebiyatın çok güçlü bir yanını barındırıyor. Sarsıcı. Dolayısıyla bu anlattığım durumların öykünün sarsıcılığıyla daha güçlü bir etkiye neden olabileceğini düşündüm. Ama bir şeyi planlayarak çok fazla yazmıyorum. 1970 doğumluyum ve bizlere 87’liler diyorlar. Sarı Rüya Defteri’nden akan hikâye aslında benim kuşağımın, politikleştiğimiz o dönemde yetişen arkadaşlarımızın, uğradığımız kıyımların anlatımıdır. Biz o öyküdeki anlaşılamazlığa, bilinmezliğe, dağınıklığa da çok benziyoruz. 68’lilerin prestiji, 78’lilerin bir özgüveni var. Bizim dönemimiz ise politik ve insani olarak kayıp bir dönemdir. Benim kuşağımdan yüzlerce insan herkesin gözü önünde yok oldu. Öldüler, sakat kaldılar. “Kayıp” klişe bir deyim ama silik bir kuşak demeli. Varla yok arasında geçtik biz.


EDEBİYAT YÜZLEŞMEDİR

Siyasi atmosfer edebiyatı etkiler mi, etkilerse ne şekilde etkiler?


Bence edebiyat siyasi atmosferi etkileyebilir. İlla daha iyi bir dünya kurulacak diye bir kural yok, daha kötü de olabilir, ama dünyanın değişebilirliğini bir veri olarak kabul edersek, dünyayı değiştiren etkenlerden bir tanesi de edebiyat aslında. Bence iyi edebiyat politikayı da etkiler.

Nasıl etkiler?

Edebiyat bizim insanla, zamanla ve tarihle yüzleşmemiz aslında. Bunun sarsıcı etkileri var. Bu etkiler bir araya geldiğinde değişime de yol açabiliyor. Dolayısıyla edebiyat dünyada hâlâ güçlü bir varlık. Daha doğrusu özü, metne dayandığı, söze dayandığı için çok güçlü. Dolayısıyla edebiyatın hamurunda olan o söz ve metin dünyayı değiştiren önemli olgulardan.

Şöyle bir şey yazmışsınız: “Baba biliyorum oradan da kızacaksın, son yirmi 1 Mayıs’ta okulda, kütüphanede, arkadaşlar da ders çalışıyorum diye yalan atmıştım.” Sivil itaatsiz bir duruşunuz var. Aktivist bir öğrenci miydiniz? Aile çekişmeleri oldu mu? Tedirginlik duydular mı?

Babamı dört yıl önce kaybettim ama yaşasaydı tedirginlik duyardı. Üniversiteye ilk girdiğim yıllar 86-87, 12 Eylül’den sonraki ilk politik hareketlerin başladığı yıllardı. ODTÜ’de okuyordum. Öğrenci derneği kurulmuş, yaşatılmaya çalışılıyordu. Gençlik muhalefeti yavaş yavaş başlıyor, üzerindeki 12 Eylül ölü toprağını atıyordu. Murathan Mungan’ın “Yıllardan sonra yollardan sonra yeniden yan yana onlar” şiirini, ODTÜ’deki 80 sonrası ilk eylemle ilgili yazdığını söylerlerdi. Tam o aralar öğrenci hareketinin içinde yer aldım. Ama demokratik hareketlerin bir meşruluğu yoktu ve ailem ciddi bir korku içindeydi. Katıldığım eylemleri saklıyordum. Politik olduğumu biliyorlardı, ama çok fazla işin içinde olmadığımı zannediyorlardı. Ailemle hır gür oldu. 1 Mayıs’tan bir gün önce babam hep arardı. Ben de hep “Yurttayım”, “Kütüphanedeyim”, “Sınavım var baba, hiçbir yerde olamam merak etme” derdim. Daha sonra da ODTÜ’yü bıraktım ve iktisat okudum. Ardından 12-13 yıl yarı memuriyet benzeri çalışmak zorunda kaldım. Orada da o kimliğimi hep sakladım. Hatta öykülerimi ilk başta başka isimlerle yazıyordum.

Hangi işlerde çalıştınız o hayat kavgasında?

Öğrenciyken her türlü işte çalıştım. Garsonluk yaptım. Mezun olduktan sonra İzmir Ticaret Odası’nda çalıştım. Geçen yıl istifa ettim. Başka bir şey yapmak istiyorum dedim. Şimdi daha çok metin yazarlığı yapıyorum.


'YAZMA MACERAM POLİSİYE ÖYKÜ YARIŞMASIYLA BAŞLADI'

Edebiyata nasıl başladınız?


Geç başladım edebiyata. Çocukluktan itibaren çok severdim okumayı ama yazmakla pek ilgim yoktu. Üniversite bitti, çalışmak zorundasınız. Hayatla olan o kavganızı ya da varoluşsal sorununuzu tartışırken nefes almak için biraz buna ihtiyaç duydum. Rutin bir iş yapıyordum ve hep şunu düşünüyordum: “Yıllardır yaptığım bu işi yapmasam dünyada hiçbir şey değişmeyecek”. Yabancılaşma yaratan bir şeydi. Yazınca bunun böyle olmadığını, dünyayı bir ucundan da olsa değiştirebileceğimi keşfettim. Politikayı dünyayı değiştirmek, daha iyi dünya için yapıyorduk. Bunu edebiyatta da yapabiliyorsam neden olmasın. O zaman suyun üstüne çıkar gibi oldum. Nefes almaya başladığımı hissettim.

Edebiyatın olgunlukla, hayat olgunluğuyla ilgisi var. Tabii ki genç yaşta da çok başarılı ürünler verebilir insan, vardır bir sürü örneği. Ama sanırım 30’lu yaşlardan itibaren insan hayata karşı biraz daha farklı bakıyor. Aklımda yazar olmak yoktu. Bir mail grubumuz vardı. Orada arkadaşlara askerlik anılarımı yazardım, çok hoşlarına giderdi. Çalıştığım işyerinde polisiye edebiyatla çok içli dışlı olan bir arkadaşım, bir gün internette polisiye öykü yarışması olduğunu söyledi ve bana “Sen de yaz ve katıl” dedi. Bir tane yazdım yolladım. Sonra “Size ödül vereceğiz” diye beni aradılar. Ben de arkadaşım şaka yaptırıyor sandım. Sonra bir daha aradılar. Öyle başladı...

'YAZMAK ÇOK RAHATLATICI'

Edebiyatın ve yaratım sürecinin yazarlar tarafından çoğu zaman abartıldığını da hissediyorum. Bence yazmak gayet rahatlatıcı bir şey. Yazıyorum ve rahatlıyorum. Çok ulvi bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Edebiyat benim için vazgeçilmez bir şey değil. Aramızda öyle yıpratıcı bir aşk ilişkisi yok. Birbirimizden hoşlanıyor, iyi zaman geçiriyoruz.

GAZETE HABERTÜRK / ÜMRAN AVCI