Mehmet Altan, ‘Geçmişin vicdan ve ahlak anlayışları artık geçerliliğini kaybetti’ görüşünden yola çıkarak, ekonominin sermaye değil, buluşlar ve inovasyon tarafından yönlendirildiği, ulus-devletlerin gücünü yitirdiği, ırkçılığa ve aşırı milliyetçiliğe karşı Panhümanizmin doğup geliştiği bu yeniçağda, yeni bir vicdan anlayışına ihtiyaç duyduğumuzu söylüyor. Altan, tam da bu uğrakta ‘Küresel Vicdan’ adını verdiği yeni bir kavramı literatürümüze sokuyor. ‘Küresel Vicdan’ adını verdiği kitabıyla, bu kavramı yaşatmak ve geliştirmek için okurlara ümit aşılıyor.

Kitabınızda, küresel vicdan ihtiyacını ilk kez Güney Asya Depremi ile hissettiğinizi anlatıyorsunuz. Peki, Van Depremi sonrası yaşadığımız tartışmalar Türkiye halklarının ‘Küresel Vicdan’ hususunda adım atmaya hazır olmadığını mı gösteriyor?
Yani burada toplumsal bir vicdan olsaydı, normalde 640 kişiyi Van Depremi’nde öldürmezdik. Bu, tamamen siyaseti müteaahitlerin finanse etmesinden kaynaklanan bir hırsızlık cinayetidir. Türkiye’de 2002 yılında Avrupa Birliği standartlarında çıkarılan bir Kamu İhale Yasası vardır. O yasa her türlü yolsuzluğu, hırsızlığı ve denetimsizliği ortadan kaldıran bir çerçeve içinde oluşturulmuştu ve siyasi iktidar bunu 23 kere değiştirdi. Türkiye’de sadece siyasal iktidarlarda değil, toplumda da hak ettiğinden daha fazlasını almaya yönelik bir eğilim var. Yani devletçilik sonunda insanları üretimden koparıp, hak ettiğinden öte bir şeyler elde etmeye yönelik bir garip ruh ve hayat anlayışı içine soktu. Ve tabii burada öyle bir yerel vicdansızlık söz konusu ki, küresel vicdan adına dokuz bin kilometreden kalkıp bize yardıma koşan Japon doktoru da, bu hırsızlık anlayışı, iki yüzlülük ve ilkesizlik nedeniyle, ikamet edilmemesi gereken bir otelde öldürdük.

Devletin sorumsuzluğundan sıyrılıp, vicdan kavramına toplumsal açıdan bakarsak…
Toplumsal açıdan bakınca da öyle. Türkiye’de, Marmara Depremi’nde bunu yaşadık. İnsanların burada kendilerini önemsemesi ve kendilerine değer vermesi gibi genel ve köklü bir anlayış olmadığı için, daha ziyade hak edilmemiş bir zenginleşme yolunu fazlasıyla yeğliyor ve buna da muazzam bir fatura ödüyor. Kendi hayatını değerli olarak algılamadığı için, kendine değer vermediği için vicdan, ilke, kural da işlemiyor. Bir tane çarpıcı örnek vermek istiyorum. Gölcük’te NATO üssü vardı, oraya gelen Amerikan askerleri orada fay hattının olduğunu öğrendiği için oraya kendi evlerini kendileri yaptılar. Ancak Marmara Depremi’nde her yer yıkılmasına rağmen onların yaptığı evler sapasağlam kaldı. Yani insana değer veren bir anlayış egemen olduğu vakit, deprem kimsenin burnunu bile kanatamıyor.

Bireysel vicdana inersek, aynı konu kapsamında da ilahi adalet tartışmaları ortaya atılmıştı.
Ben insanı kutsayarak, insanın önemine vakıf, yeryüzündeki tüm insanları kendi komşun gibi görerek hareket eden ve ona karşı haksızlıklara isyan eden bir anlayışa doğru gittiğini anlatmaya çalışıyorum. Ama Türkiye’de maalesef vicdan hâlâ insanın değeri üzerinden değil, din, ırk ve mezhep üzerinden, siyasetin türevi olarak hareket eden bir yapıda. Onun için de burada ne kadar vicdan var, o çok büyük bir soru işareti.

Bizde panhümanizmin kavramının henüz güçlenmiyor gibi...
Olayı küresel açıdan anlatıyorum, benim anlatmaya çalıştığım, ulus-devlet kavramının artık aşındığı. Avrupa Birliği’nin gelişim sürecine baktığımız vakit, Fransa’nın 643 yıldır kullandığı ‘frang’ın artık tarihe karıştığını görüyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nda birbirini gırtlaklayan Almanya ve Fransa’nın sınırları ortadan kalktı. Düne ait bir kavramdan bakarsan bu zor gözüküyor ama dünya nereye gidiyor diye anlamaya çalıştığımız bir çalışma bu. Aynı zamanda bu yeryüzü bir çağ değişimi içinde. Yani bir çimento karan kamyonlar gibi düşünmek lazım. Bir taraftan eskiler eriyor, bir taraftan yeni oluşuyor. Bu bir süreç alıyor ve sen toplumların, dünyanın hangi yüzüne baktığına göre cevaplar veriyorsun.

Peki, küreselleşmenin yaygınlaşması ve herkesçe benimsenmesi sürecinde toplumların önünde yer alan en büyük engel ne olabilir?
İnsanların beyinsel bir yaratıcılığa ve sanayi sonrası toplumun ihtiyaçlarına uygun bir niteliğe sahip olmamaları. Düne kadar kol gücüyle fabrikada çalışan bir ustabaşı artık kendi yerine bir robot konduğu vakit işsiz kalıyor. Ve yeni bir hayata yeni bir şeyler katmak gibi yaratıcılığa alışkın olmadığı için çok zorlanıyor. Dünyada bugün gelinen noktada küreselleşmeye uyum sağlamadaki en büyük engel sanayi döneminin kalıplarından kurtulmanın zorluğu, yeniçağı algılamak ve insanın yaratıcı kimliğinin yeni bir inovasyon oluşturmanın herkes için çok kolay olmaması.

Bu aşamada ulus-devlet anlayışının çağın gerisinde kaldığını söylüyorsunuz ancak demokrasi ve insan haklarının beşiği dediğimiz ülkelerde yükselen bir milliyetçilik kavramı mevcut.
Kendisini tehdit altında hissettiği için milliyetçilik de ölüm döşeğindeki bir hastanın son hali gibi… Mevcut gelişimlere uyamayanlar haliyle buna reaksiyon gösteriyor.

Ama uyamayanlar bu kavramların öncüsü?
Ama orada tek bir adam yok. Gelişimlere uyanlar var, uyamayanlar var. Avrupa’da sınırların ortadan kalkması gibi bir süreç yaşanıyor. Dolayısıyla buna tutunamayanların tepki duymaları normal. Yani gelişimlerden yana olan irade ile buna uyum gösteremeyen yığınların tepkileri var orada.

Kitabınızda bugüne değin ahlak ve vicdan kavramlarında yaşanan gelişmeleri de ortaya koyuyorsunuz. Peki, 21. yüzyılda gerçekleşmesi öngörülen ekonomik ve siyasi gelişmeleri temel aldığımızda, bu kavramlarda ne gibi yeni değişiklikler yaşanabilir?
Yalan söylemek ortadan kalkıyor, saydamlaşma gündeme geliyor. İnsan beyninin yaratıcılığı en büyük zenginlik değerini doğuruyor. Bir şekilde insan odaklı, insanı göz eden ve insanın yalın, saydam bir halde durmasını sağlayan bir noktaya doğru gidiyor.

Peki, evrensel vicdan anlayışının kabul görmesini ne önlüyor?
İnsanların bir şekilde yeniçağa uyum sağlayabilecek bir içselliğe, bir donanıma henüz sahip olmamaları, içinde bulunduğumuz dönemin aynı zamanda bir işsizlik çağı olması, aynı zamanda yeniçağın nimetlerinin ve külfetlerinin eşit olarak bölünmemesi… Bunun dışında insanların birbirini halen sömürmesi ve ülkelerin sömürme faaliyetlerine henüz son vermemiş olması, yani eski çağın henüz bitmemesi küresel vicdan anlayışının önündeki en büyük engel olabilir.

Bir bireyin vicdanı devletlerin yönlendirmelerine göre sapıyor.
Bu kitapta onları anlatıyorum. Artık devlet belirgin olmuyor, insanın yaratıcılığı öne çıkıyor. Bill Gates ve Steve Jobs gibilerinin yaşadığı dünyada insan mı önemli, yoksa devlet mi önemli? Devlet de değişecek tabii ki, çünkü herkes değişiyor. Eğer devlet bu kadar etkiliyse neden Avrupa Birliği’ndeki gibi ulusüstü birleşme oluyor, neden ulusal para yerini ortak bir para birimine bırakıyor? Niye bütçelere Brüksel bakacak ve neden o bölgeler arasında sınırlar kalkıyor? Küçük bir gezegende yedi milyar insan türü canlıyız. Onun ortaklaşa değerine doğru insanlık gidiyor ve küresel vicdan yedi milyar insan türünün canlının ortak bir algıya, ortak bir vicdana, ortak bir düşünceye yaklaşıma doğru evirilme aşamasını anlatan bir süreç bu işlediğimiz.

KÜRESEL VİCDAN
Mehmet Altan
Timaş Yayınları
2011, 159 sayfa, 10 TL.