Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım büyüktü.Acılar sonsuzdu.Halklar yeniden tanımlıyor,uluslar,ulus devletler yaratılıyor,milyonlar evlerini mülklerini terk etmek zorunda bırakılıyor,bir o kadarı kendi yurtlarında vatansız hale geliyordu.Dünya,tarihçi Eric Hobsbawm’ın sözünü ettiği ‘’aşırılıklar çağı’’na giriyordu. Oysa daha ilk o anda,1918’in sonunda,kimse dünyayı bekleyen tehlikenin farkında değildi.Demokrasi umutları zirve yapmıştı ve liberal uygarlığın değerlerinin ve kurumlarının önünde hiçbir engel kalmamış gibiydi.Parlamentolar,özgürce seçilmiş hükümetler,anayasalar ve hukuk düzeni,konuşma,basın ve örgütlenme özgürlüğü,yurttaş hakları ve bilim değerleri ile donanan liberalizm artık rakipsizdi.Avrupa’nın liberal seçkinleri zafer çığlıkları atıyordu.
Olan şuydu: Savaş bittiğinde, o ana dek Avrupa tarihinin temel aktörleri arasında yer ala Rusya,Avusturya-Macaristan,Hohenzollern Almanya’sı ve Osmanlı Türkiye’sindeki büyük imparatorluklar tamamen çökmüştü. Otokratik rejimler tarihe karışmıştı. Rolünü oynama sırası şimdi demokrasideydi. Mark Mazower’in Avrupa’nın yirminci yüzyılını anlattığı dev yapıtı Karanlık Kıta’da tespit ettiği gibi ‘’ demokrasinin evrensel kabulünün’’ söz edildiği bir aşamaya gelinmişti. Mesela savaştan önce Avrupa’da yalnızca 3 cumhuriyet vardı, 1918 sonunda ise 13 olmuşlardı. ‘’ Baltık Denizi’nden başlayıp Almanya ve Polonya’dan geçerek Balkanlar’a kadar uzanan bir demokrasi kuşağı, en yeni liberal ilkelere göre yazılmış yeni anayasalarla donatılmıştı. ‘’
Bu liberal coşku çok kısa sürdü. Rus devrimi ve komünizm hayaleti Avrupa’nı üzerinde dolaşmaya başlayınca, liberalizmin kendi değerlerine sırt çevirdiği görüldü. Mazower’in dediğine göre ‘’ Birçok ülkedeki yönetici seçkinler kısa sürede, demokrattan çok komünizm karşıtı olduklarını kanıtladılar.’’ Eric Hobsbawm’a göre de Avrupa’da demokrasinin çöküşünden liberaller sorumluydu. Onlar komünizmden korktular ve işçi sınıfı hareketlerini demokrasiye karşı bir tehdit olarak gördüler. Her ülkede güçlü merkezi yönetimleri arzulayan,otorite düşkünü sağcı partiler ve liderleri desteklediler. Demokrasiyi ortadan kaldıranlar da, liberallerin düşündüğü gibi sosyalistler olmadı. Avrupa’da bunun tek bir örneğine rastlanmadı. Buna karşılık, demokrasilerin tamamı, sağcı askeri diktalar, anayasal yollardan iktidara gelmesine izin verilen faşist partiler eliyle boğuldu. Daha 1920’lerde Macaristan,İtalya,İspanya,Portekiz,Polonya ani dönüşlerle demokrasiden ayrılırken, arkalarında liberallerin desteklerini buldular. Mussolini faşizminin ebesi liberal seçkinlerdi. Onlar olmasa Mussolini hükümet bile kuramazdı. Almanya’da Naziler, ‘’ iktidarı fethederek başa geçmedi, eski rejimin suç ortaklığıyla, aslında inisiyatif göstermesiyle, yani anayasal biçimde iktidara geldi’’.
Şaşırtıcı olan şuydu ki, hangi ülke olursa olsun, diktatörler iktidarları kolayca ele geçiriyor, ardından demokrasi oyunun oynamaktan vazgeçiyorlardı ve iktidarlarını kolaylıkla sürdürüyorlardı. Avrupa demokrasisi, hiçbir yerde gözle görülür bir direniş sergileyemedi ve diktatörlerin fiskeleri altında can verdi. 1919-1920’nin büyük burjuva parlamentarizmi dalgası da böylece hiçbir iz bırakmadan silinip gitti. Avrupa halkları, demokrasi için savaşmak bir yana, demokratik olmayan seçeneklere kolayca yöneldiler. Artık, ‘’ senato, meclis gibi kurumlar hukuk fakültelerinin fanteziler gibi görülüyordu.’’ Tabi ülkelerin birbiri ardına faşizme kaymalarında 1929 Büyük Buhran’ının da belirleyici bir etkisi vardı.
Faşizmin Avrupa’da hakim ideoloji haline gelmesi, demokrasinin Avrupa’ya uyan bir rejim olduğu varsayımını kuşkulu hale getiriyordu. O yıllarda Avrupa siyasetine yön veren üç temel ideolojiden biri olan faşizm ( diğerleri liberalizm ve komünizmdi) , yine Mazower’in dediğine göre ‘’ en Avrupa merkezli olanıydı ‘’. ‘’ Nasyonal sosyalizm, yalnızca Almanya’nın değil, tüm Avrupa’nın ana akışına bir çok kişinin kabul edebileceğinden çok daha rahat uymaktaydı’’. Aksi takdirde faşizmin, bütün bir Avrupa’yı birkaç yıl içinde teslim alması düşünülemezdi.
Sonuçta Avrupa, Türkiye’nin de yeni bir ulus devlet olarak tarih sahnesine çıktığı, 1920’lerden itibaren diktatörlüklerin resmi geçit yaptığı bir arenaya dönüştü. Yunanistan,Bulgaristan,Romanya,Yugoslavya,Arnavutluk,Macaristan,Polonya,Estonya,Litvanya ile Almanya,İtalya,Avusturya,İspanya,Portekiz ve Sovyet Rusya’ya kadar neredeyse Avrupa’nın tamamı ya askeri darbelerle, ya faşist diktatörlüklerle ya da Türkiye’de olduğu gibi otoriter tek parti yönetimleriyle idare ediliyordu. Parlamenter demokrasi, önemli sınırlılıklar taşımakla birlikte Kuzey Avrupa’nın küçük birkaç ülkesine sıkışıp kalmıştı. Bunların çoğunda kadınların seçme ve seçilme hakları yoktu ve neredeyse tamamı cumhuriyet değil monarşiydi. Avrupa’nın büyük güçleri arasında parlamenter düzeni devam ettiren sadece İngiltere ve Fransa’ydı. Her ikisi de aynı zamanda büyük sömürge imparatorluklarıydı ve bu ülkelerin sömürgelerindeki tebaalarından genel ve eşit oy hakkı açıkça esirgeniyordu. İngiltere ve Fransa’da sömürgeler söz konusu olduğunda, liberal ilke ‘’ metropole dönük , özgürlük ve sömürgelere dönük istibdat’’ idi. Liberal özgürlüklerin hiç biri sömürgelerde geçerli değildi. Irk ayrımcılığı sadece sömürgelerde değil, metropolde de katı bir şekilde uygulanıyordu. Irk ayrımcılığının yanı sıra kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmaması ( İngiltere’de Fransa’dan daha önce, 1930’da kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı) , bu ülkelerdeki demokrasinin en belirgin sınırlılıklarıydı. Örneğin o yılların dünya demokrasi haritasında görüldüğü gibi, Güney Afrika Cumhuriyeti de bir demokrasiydi. Ama ‘’ırkçı bir demokrasi’’. Bu demokrasi sadece beyazlar için vardı. Ülke nüfusunun çok büyük çoğunluğunu oluşturan siyahlar en temel hak ve özgürlüklerden yoksundu. Aynı şekilde ABD, dünyadaki en yerleşik demokrasilerden biriydi ama keskin bir ırk ayrımcılığı bu demokrasiyi lekeliyordu. Kanada ve Avustralya demokrasileri de farklı değildi. Dünyanın geri kalanıysa ya sömürgeydi ya da Japonya ve Suudi Arabistan gibi totaliter rejimlerden ibaretti.
Siz değerli okuyucularımı daha fazla yormamak için bu yazımı şimdilik burada kesiyorum. Haftaya devam yazımı okumanızı ümit ederek ben Aydın AVCI hepinize ‘’hayırlı günler , hayırlı haftalar diliyorum.’’
(Atlas-Nisan 2010)
Sosyal medyada bu konuyla ilgili düşüncelerinizi #aydınbunukonuşuyor etiketiyle paylaşın, yayınlayalım!
