Devletten aldığı maaşa rağmen bu kutsallığın arkasına sığınarak hastaların geçim kaynağı ineğini, koyununu, tarlasını sattırarak çaresizliğini sömüren “beyaz önlüklü tüccarları” görmezden gelirsek görevinin hakkını verenlere haksızlık ederiz.

2002/AK Parti iktidarıyla sağlık alanındaki yenilik ve iyileştirmeleri millet memnuniyetle karşılamıştı.

Hatırlardadır, SGK- Devlet Hastaneleri ayrımı son bulmuş, insanların diledikleri doktor ve hastaneden hizmet almalarının yolu açılmıştı. Hasta reçete katılım payları sona ermişti.

Yeni yapılan hastaneler ve uzun süre sıra beklenen MR, tomografi gibi araç gereçlere yapılan yatırımlar gerek yataklı hastalara gerek ayakta tedavi olanlara büyük rahatlık sağlamıştı. Bunlara ek olarak tedavide özel hastanelerden yararlanmak kolaylaşmıştı.

En önemli yenilik de doktorların hem özel muayenehane işletmeleri hem de devlette çalışma dönemleri sona ermişti. Böylece yeni uygulamayla muayenehanelerde alınan paralarla hastanelerde ameliyatın önü alınmıştı.

Liberallerin de desteğiyle AK Parti ilk döneminde sağlık alanındaki bu dönüşüm ve uygulamalar, zamanının siyasetçi ve yönetici kalitesiyle de bağlantılı bir konudur demek yanlış olmaz..

Son birkaç yıldır hizmet kalitesindeki düşüşe paralel olarak sağlıkta eskiye geri dönüldüğü de bir gerçek. Örneğin MR sırası ve doktorlardan muayene için haftalar, hatta bazı kurumlarda aylar sonrasına gün verilebiliyor. Eczaneler ilaç fark bedeli tahsilinde vergi dairesi gibi çalışıyor.

İnsanların hem canlarına hem ceplerine dokunan ancak söz konusu sağlık olunca çaresiz ödemek zorunda kaldıkları ”bıçak parasının metastazı ilk Adnan Menderes Üniversitesi Hastanesi’nde görüldü. Ardından da diğer hastanelere sıçradı.

Kaldı ki üniversiteler özerk kurumlardır, rektörlerin bağlı kurumlara atama yetkisi vardır. Demek ki, ADÜ’ deki atamalar bu anlamda politik etkilerden bağımsız değil.

Diğer taraftan hastalardan-rüşvet- kayıt dışı alınan bu paralar görevi kötüye kullanma yolsuzluk, hırsızlıktan da öte sosyal bünyede tedavisi zor yaralar açan bir olgudur.

Her şeyden önce insanlar arasında adaletsizliğe, güven erozyonuna, kurumsal zafiyete neden olur ve bunların yaygınlaşması toplumda ahlaki çürümeye yol açar.

Bıçak parası olayında, devletin takdir ettiği maaşla kutsal görevlerini yapmak için gece gündüz özveriyle çalışan doktorlarımızın da haklarını teslim etmek gerekir.

Devletten aldığı maaşa rağmen bu kutsallığın arkasına sığınarak hastaların geçim kaynağı ineğini, koyununu, tarlasını sattırarak çaresizliğini sömüren “beyaz önlüklü tüccarları” görmezden gelirsek görevinin hakkını verenlere haksızlık ederiz.

Ama ne yazık ki ameliyatın düzgün geçmesi imasıyla mesleğini para hırsına feda eden bu paragöz takımı yapılan genellemeyle fedakâr, dürüst hekimlerin de adlarını lekeliyor.

Çünkü bir meslekten az da olsa birilerinin işlediği suç kendileriyle sınırlı kalmaz, hem o mesleğe olan güveni sarsar hem de bir genellemeyle mesleğini hakkıyla yapanları zan altında bırakır.

Bu da sistematik çürümüşlüğün bir göstergesidir. Zira bir doktorun mesleğini alacağı paraya göre iyi ya da kötü yapması ne genel ahlakla ne de tıp ahlakıyla bağdaşır.

Daha da beteri bizim toplumumuzda haksız kazanca tenezzül edenler ne ciddiye alınır ne de sorgulanır. İşin kolayına kaçılarak -fatura sisteme kesilerek- “kabahat” askıda kalır.

Oysa sistem mekanik bir düzenek değildir; insan merkezli, hiyerarşik sorumluluklar zinciridir.

Eğer zincirde bir yavaşlama varsa ya da zincir çalışmıyorsa nedeni ehliyet ve liyakatsizliğe bağlı yönetim zafiyetidir. Bu gerçeğin veciz ifadesi bir atasözümüz vardır: “At, sahibine göre kişner.”

Bu da demektir ki bir toplumda çürüme varsa gerçek nedeni yöneticilerdeki seviye düşüklüğünün doğal bir sonucu olan gerçek devlet adamı kıtlığıdır.

Bir kurum yöneticiliğine talip olan devlet adamında bulunması gereken iki özellik, işin olmazsa olmazıdır. İlki bilgidir, diğeri ise iradedir. Eğer bir yönetici “Bana şikâyet getirmeyin.” der, kapısını personele kapatırsa ilerleyen süreçte o kurum çürür.

Bozulma, personeli “bizden olan, olmayan” ayrımıyla bir tarafı koruyarak, diğerini korkutarak bir yöneticinin üstlerine ve kamuoyuna karşı yaptığı algı güzellemesiyle derinleşir.

Oysa gerçek devlet adamı vitrine oynamaz, kapısını ve telefonunu her daim açık tutar, herkesi dinler, kendine gelen bilgileri özenle ayıklar ve ciddi olanları takibe alır; diğerlerini bir yere not eder.

Habersiz ziyaretlerle takibe aldığı ham bilgilerin sağlamasını yapar, diğer taraftan da kurumu ve çalışanları yakından tanımış olur. Duydukları ile gördükleri örtüşüyorsa yeri ve zamanı gelince de gereğini yapar ki bu da yönetimin olmazsa olmaz ikinci ayağı iradedir.

Kesin bilgiye dayalı bu iradenin egolardan arındırılmış, tarafsız,adil olarak devlet adına yerine getirilmesine de “devlet otoritesi” denir.

Bu yolun izlenmediği kurumlarda fırsatını bulan bıçak parası alır, ortamını bulan rüşvet alır. Kimileri ihalelerden komisyon adı altında avantasını alır. Kısaca görevi suistimalle hırsızlık, yolsuzluk ayyuka çıkar ve o toplum da çürür.

Sonuçta sosyal devlet olmanın bir gereği ülke insanının sağlık hizmetlerinden de eşit ve adil ölçülerde yararlanmaları en doğal haklarıdır. O nedenle hastalardan elden alınan paralar(bıçak parası,) sadece cüzdanlara değil vicdanlara da saplanmış paslı bir hançerdir.

Gelinen bu noktada mevki, makam düşkünlüğü ve getirisi dışında düşüncesi olmayan kurum yöneticilerinin de payı büyüktür. Çünkü sosyal bünye boşluğu kabul etmez ve mutlaka o boşluğu dolduran birileri çıkar.

Özetle olay budur.