Geçen günlerde Karadeniz yaylalarını birbirine bağlama projesi kapsamında, doğa ve kültür katliamına karşı çıkan halkın protestolarını, televizyon ekranlarından görmeyenimiz kalmamıştır.

Hele de, Devlet kimdir? Devlet benim… Devlet halktır… Dokunmayın atalarımdan miras kalan yaylalarımıza… Biz böyle mutluyuz… sözleri ile sembolleşen Havva Ana’yı…

Bir kere projenin adı huylandırıyor insanı. “Yeşil Yol”.  Sanki yanlış bir şeyler olacak da, onları adıyla gizlemek isterlermiş gibi…

 

Evet dostlar…

Rant dedikleri bir işe karışmaya görsün

Ne Karadeniz’in yaylası kalır,

Ne Germencik’in,  Aydın’ın bağı bahçesi…

Ah ki… Vicdan dediğin iblisle barışmaya görsün…

Birinde yol yapacağız, turist getireceğiz,

Diğerinde ise yenilebilir enerji, gelişme, kalkınma, temiz ısınma, seracılık ve termal sağlık gibi kulağa hoş gelen süslü yalanlarını söylerler.

Tamam, “yalancının mumu yatsıya kadar yanar’’ ama yatsıya kadar da iş işten geçmiş olur.

Bir taraftan da böyle yazarken,  devletimizin ilerlemesine karşı mısınız? Sorusunu duyar gibi oluyorum…

Etmeyin eylemeyin! Öyle değil…

Gelişmeye, ilerlemeye ve de medeniyete kimse karşı çıkmıyor. Yeter ki doğru yerde, doğru kişiler tarafından ve doğru dürüst yapılsın.

 Ama gelin görün ki sabıkamız fazlasıyla kabarıktır bu işlerde. Güven vermeyiz yani...

Muğla Yatağan’da insanlar yıllarca termik santralin dumanıyla zehirlenmişse,

Maden ocakları doğru işletilmediği için meydana gelen kazalarda binlerce işçi ölmüş ve hala ölmekteyse…

Ölmeden emekli olabilenleri ise çok ucuz görüldükleri için ciğerleri bitmiş halde sürüneceklerse…

Gariban tarım işçileri âlemin gözü önünde bir traktör kasasında çuval gibi taşınırlarken can veriyorsa…

İnşaat çalışmalarında inşaatın yanındaki evler çöküyor,

Doğal gaz döşerken su boruları, su borusu döşenirken elektrik kabloları koparılıyorsa,

Toprak, hava ve su hoyratça katledilmekteyse…

Tabii ki güvenmez bu halk Nükleer santrale,

Yenilebilir doğa dostu desen de Jeotermale,

Adını yeşil yol koysan da Karadeniz yayla yolu projesine,

Böylesine  ‘’Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz’’ denir.

Biz bu tür hesapsız kitapsız ve de arsız işleri 1980’lerin sonlarıyla birlikte yediğimizde içtiğimizde fazlasıyla gördük. Hala da görmekte ve yemekteyiz.

 Fark ettirilmemiz ise yirmi yılımızı aldı. Hani var mı bir önlem? Hani halkın sağlığını korumaya dair bir eylem?

45 günlük hormonlu tavuklar ve yumurtalarının,

GDO su değiştirilmiş mısırın,

 Glikoz şuruplarının,

Her mevsim bulunmaları sebebiyle gerçek mevsimlerini karıştırmaya başladığımız hormonlu meyve ve sebzelerin,

Pamuğun pamukluğunu bitiren sentetik tohumlarların,

Ekmeğinin ekmeğe benzemediği buğdayların…

Daha bu liste uzar gider, bütün bunların bol oldukları kadar zararlarının bir o kadar çok olduğunu bilmeyen kaldı mı?

Şimdi de organik ürün, organik tarım diye yırtınıp gidiyoruz.

Yazık… Zaten 1990’lardan önce bunların hepsi organikti.

Kara karpuzun, çelimsiz mısırın, ak pamuğun, çil tavuğun, yumurtanın, sütün, mevsiminde sebzenin, mis kokulu ekmeğin hem tadı hem besleyiciliği vardı. Tamam, azdı bunlar, her daim bulunmazdı. Konfeksiyon pahalı, pantolonlarımız yamalıydı… Ama hepsinin bir anlamı, bir değeri vardı.

Bu işler böyledir dostlar…

Maalesef başta Germencik ve Aydın’ımızın diğer yörelerindeki jeotermal santraller de bu işlere benziyor.

Yenilebilir enerji ve kalkınma diye, toprağı, suyu ve havayı katledecekler. Çok değil on yıl sonra da nerde o eski toprak kokusu, o bağlar-bahçeler, o incir, o zeytin, o mis gibi hava, nerde dedirtecekler…

Yükünü vuran vurmuş olacak.

O santrallere çocuklarının, torunlarının adını veren holding sahipleri buralarda hiç durmayacaklar.

Ya biz! … Ne yapacağız, nereye gideceğiz bileniniz var mı?

Bu topraklardan öte yerimiz var mı?

Sağlıcakla…