Merhaba sevgili dostlar…

Bu hafta, insan ve toplum mimarı öğretmenlerimizin ‘’Öğretmenler Günü’’ vesilesiyle bir yazı yazayım dedim. Ama istedim ki bu bir düz yazı olmasın.

Zaten öğretmenlerin sıkıntılarını, isteklerini ve beklentilerini ne kadar yazarsanız yazın, ne kadar söylerseniz söyleyin bir şey değişmiyor ve de değişmeyecek.

Hele bir de kutlamalar var ya, o resmi protokollü kutlamalar… Oysa tebliğ, imza, protokol gibi kavramlar insana sevgiyi hatırlatmıyor. Soğuktur yani… Yapılmaması durumunda cezayı müeyyideyi hatırlatıyor. Düşünsenize imza karşılığı tebrik… İstersen kabul etme.  İmza karşılığı sevgi… İmza karşılığı tebessüm…

İnanın öğretmenlere, öğrencilerinin ve anne-babalarının göstermiş olduğu sevgi, saygı ve değer, fazlasıyla yetiyor ve de her zaman yetecektir. Başka da hiçbir şeye gerek yok.

Neyse boş verelim bunları…

Şimdi sizlerle anı türünde bir yazımı paylaşmak istiyorum.

Lütfen buyurun…

UZUN İNCE BİR YOLDAYIZ…

Sonbahardı.

Yapraklar gibi dökülmüştük yollara. Çiçeği burnunda, burnu havada genç öğretmenlerdik. Üç kişiydik. Nedense hep üç kişi olunuyor ama, biz de üç kişiydik işte…

Elazığlı Zülküf, Malatyalı Uğur ve ben.

 Heyecanlıydık. Sevinçliydik.

Kâh Murat Nehri’nin yanı başından uzanan, kâh Ak Dağların omuzlarına tutunmaya çalışan, ismine nasıl “yol” denildiğini bilemediğimiz bir yoldan, eşyalarımızı yüklediğimiz kamyonetin kasasında, türküleri türkülere ekleyerek varmıştık ilk görev yerimize.

Ortasından tren yollarının geçtiği, kenarından Murat Nehrinin çağladığı, içindeki güzel insanları ile dağların otağına kurulmuş, şirin bir Doğu Anadolu kasabasıydı Beyhan.

Beyhan’a varır varmaz eşyalarımızı bir solukta lojmana yerleştirip, okulumuza doğru yola çıktık.

İki yanı çeperli sokaklardan, evlerin camları arkasından üzerimize ilişmiş meraklı bakışları ardımızda bırakıp yürürken, içimizdeki heyecan sanki bizi bizden önce götürüyordu.

Kırmızı kiremitli, taş duvarlı şirin bir okula varmıştık. Varmıştık ki… İçinde çiçekler gördük boy boy, renk renk ve en çok da mavi. Yani o ilk göz ağrımız sevgili öğrencilerimiz. Tarifsiz duygular hissettik insanı yakan, insanı güldüren…

Okul müdiremiz Emre Hanım merdivenlerde… Elleri buz kesmiş. Bakışları sımsıcak. Ne kadar ciddi olmaya çalışsa da çocuk sevincinde…

Bu meslek ince bir sanatmış gülüm!
Bir kere önce kendini tanıyacaksın.
Sonra insanları, toplumu…
Nabza göre şerbet vermeyi bileceksin.

Akşamlar tez olur gurbette. Hele ilk gün su gibi geçer. Gün batıp ortalığı o hüzün mavisi aldığında, kızıla çalar bulutların dağlara yaslandığı yer. İnsanlar telaşla evlerine giderler. En onulmaz yangınlar çıkar da ağlayamazsın bile, tıkanır kalırsın…

Beyhan’ın ilk akşamında Mahmut Ağabeye misafir olduk. Patilayı ilk o akşam tattım. İlk o akşam sardım acemi parmaklarımla kaçak Hasbey tütününü. Meşe odunları çıtır çıtır yanarken kuzinede, ben içimde  ‘’Sobalarında kuru da meşe yanıyor efem…’’ türküsü,  Elâzığ’dan Aydın’a gitmiştim bile…

Mahmut ağabey okulumuzun hizmetlisiydi. “Gurban” derlerdi ona. “Gurban bir cigara ver de içek” derdi. Dört yıl çalıştık onunla. Bir kez olsun kırmadık birbirimizi. Bir kez olsun ardımızdan gönül koymadık.

Lojmanda ise ilk günlerimiz “gülsek mi ağlasam mı” türündendi. Kapı kapanmaz, pencere çerçeveleri dağılmış, neredeyse tahtakuruları bile yeşerecek rutubetten.

Dibi delik bir teneke soba uydurmuşuz. Üşümüşüz, donmuşuz kara kışın umurunda mı? Sularımız kaskatı kesilmiş. Ne zaman mı akar? Yok yok fazla değil, ne kalmıştır şunun şurasında ilkbahara… Üç-dört ay işte…

Hey gidi hey… Çok şey silinse gitse de, hiçbir zaman gitmeyecektir damağımızdan, kar suyuyla demlediğimiz çayın, kaynattığımız çorbanın tadı.

Bu meslek gönül aşıymış gülüm!
Engin olacaksın, derin olacaksın
Hemen bulanmayacaksın…

Sonbahar da göçer artık. Bütün güzelliğini alır da gider. Sarıyı, maviyi, erguvanları da… İlk kar düşer…

Kıştır.

Murat Nehri’nin başı kalabalıktır.

Çoluk-çocuk, kadın-erkek bütün köylü... Murat Nehri mahçup... İrfan Öğretmen durgun... Annesinin elleri dizlerinde… Babasının bakışları uzak…

Öğrencimizdi İsa. İrfan Öğretmenimizin kardeşiydi. Zeki bakışlı, ağır başlıydı. İşte böyle bir kış günü buz gibi sulara karıştı gitti.

On yedi gün aradık, çok dil döktük Murat’a...

Sen de ise ver diye. Bari saçlarına gün değsin, tenine toprak dokunsun diye.
Sonunda verdi. Ve bir gece vakti ay ışığında defnettik İsa’yı.

Ardından bir yağmur, bir yağmur… Yağmur rahmettir, hayattır dedik…

Ve yine o hayattı, terörün kendisine mecburen ekmek kapısı olduğu geçici köy korucusunun tedirgin parmakları…
O hayattı, kasaba ağasının iki dudağı arasından çıkan söz. Kaçamazsın, dokunamazsın, sineye hiç çekemezsin…
Cahil ve kurnaz zihinlerin ördüğü ağ da bir hayattı. Karanlıklarda işe yarar, ama bilginin ışığında savrulur giderdi.

Ve o hayat var ya o hayat;

Kara lastik, yırtık pabuç, kısa önlük, hasret, gurbet, gözyaşı ve sevda… Ve daha ne eklerseniz ekleyin, yine de umut, yine de sevinçti.

Ve hâkim olmak istiyordu bir öğrencim benim. Adı Neslihan… Öğretmen olacağım diyordu Durmuş…  Sonra Emineler, Ayşeler…

Bu meslek halden hale geçmekmiş gülüm!
Yeryüzünde çok şeyden bir parçaymış.
Yani biraz taş, biraz su ve biraz ateş…
Dört mevsim içinde bin dört mevsim,
Daldan dala uçmakmış gülüm.
Hep taze umut, hep sıcak somun,

Köy öğretmeni Şefik Sınığ gibi
Bütün çiçeklerini isteyip dünyanın
Çığlık çığlık susmuşluğun…

Kış günleri geçiyordu.

Karlar eriyor, öğrencilerimizin dağlardan devşirdikleri kardelenler baharın geldiğini müjdeliyordu. Dallara su yürüyordu. Evimizin de suyu akacaktı artık. Hani donmuştu ya bir yılbaşı günü…

Artık biz rüzgârı, rüzgâr bizi tanıyacaktı. Süleyman Öğretmenin arıları çiçekten çiçeğe uçup bizlere ikram ettiği balları yapmaya başlayacak, Burhan ve Resul Öğretmenler ise o kırmızı Toroslarıyla hafta sonları Elazığ’dan Beyhan’a gelip giderken, karlı yollardan kurtulacaktı.

İlk karşılaştığımızda odunumuzu traktörüyle getirmeyen Veysel, dostumuz kardeşimiz olacak, evimize her geldiğinde benden “Uzun İnce Bir Yoldayım…” türküsünü isteyecekti…


Artık ilkbahardı…

Sağlıcakla…