Geceden kalma televizyon çocuklarının henüz uyanmadığı bir pazar sabahı... Güneşin yelkovanı öğleye doğru tırmanıyor. Kendimi bir çocuk parkında buluyorum. Gece, sabah için hazırlığını tamamlamış. Banklar, salıncaklar, tahterevalli yağmurla yıkanmış... Tertemiz... Güneş damlaları silip kurulamış. Otlar sulanmış. Böcekler, karıncalar işe koyulmuş. Geceden kalma buz sıcaklığındaki bir bankın kucağına oturup biraz önce satın aldığım gazeteme göz gezdiriyorum. Beni tek gözetleyen, tepemdeki kuşlar. Ara sıra gazeteme yaklaşıp ne okuduğumu anlamaya çalışıyorlar. Bir de kediden bahsetmeliyim. Hani geçen gün komşunun bahçesindeki kaplumbağayı yemek için arayan, komşunun kovduğu sarışın kediden... Yine yemek için, kaplumbağaya benzer bir şey arıyor sanki... Zamana dalıyoruz...

Kedi birdenbire ürkerek kaçıyor. Şu çalan zil sesinden olmalı. Zil neşeyle tek düze ve az sayıda notadan oluşan bir melodiyle yaklaşıyor. Dönüp bakıyorum. Melodi, 10 yaşlarında bir erkek çocuğunun sürdüğü eski bir bisiklet ziline dönüşüyor. Esmer ve yüzünde hafif beyazımsı alacaları olan akıllı görünüşlü, ama çok ciddi bir yüz... Bisikletinin ön demirinin üzerinde, kucağına bir demet çiçek alır gibi güzel bir kız çocuğu oturtmuş. Küçük kızın paket lastiği ile bağlanmış kumral atkuyruğu bir sağa, bir sola sallanıyor. Keyiften kocaman olmuş iri kara gözleri, rüzgârın pembeleştirdiği kocaman yanakları ve kırmızı bir düğme gibi minicik bir ağzı var. Gülüşmeleri beni fark edince kesiliyor, ciddileşerek uzaklaşıyorlar. Park içinde bir tur atıp uzaktaki salıncakların önünde duruyorlar. Çaktırmadan yüzlerini inceliyorum. Birbirlerini çağrıştırıyorlar. Kardeş olmalılar...

İşe koyulmaya hazır bir salıncağın önünde bisikletten iniyorlar. Abi, kardeşini salıncağın iki gözünden birine bindirip sallıyor, bir gökyüzüne, bir kendi yüreğine... Küçük kız daha hızlı dedikçe abisi, ‘ olmaz düşersin’ diyor. Çocukluğundan uzak, bir bilge ağırlığı var üzerinde. Yanlarına yaklaşıyorum, şakacıktan bir şeyler sormak için:

-Gülerek, ‘Bu salıncağın adı ne biliyor musun?’ diye büyüğüne soruyorum.

-‘Bilmiyorum efendim, biz buradan değiliz, Tellidede’den geldik buraya’.

-‘Peki, senin adın ne?’

-‘Sedat’

-E neden geldiniz taa buradaki parka?’

Çenesiyle kız kardeşini işaret edip:

-Sultan onu buraya getirmemi istedi.

            -Sizin mahallede salıncak yok mu?

            -Var ama çocuklar bırakmıyor ki, takılır takılmaz kırıyorlar, kimse de tamir etmiyor. Biz de ara sıra sabah erken, buraya geliyoruz.

Bu konuşmalar arasında küçük Sultan, suçlulukla karışık ciddi bir suratla yere bakıyor. Bakışları anlamsızca yerdeki küçük paslı bir çiviye kilitli.  Cesaretini abisine ödünç vermiş olmalı. Yanlarından uzaklaşıp bankıma ve gazeteme geri dönüyorum. Çocuklar sallana sallana sallanıyorlar. Tepemdeki meraklı kuşlar küçük kızın tepesinde uçuşuyor.

 Güneşin yelkovanı 12’ye yaklaşıyor. Sedat kardeşine ‘ Hadi artık kalk gidelim’ diyor ve bisikletini hazırlıyor. Sultan’ ı kucaklayıp bisikletin ince demirine oturtuyor. Binerken küçük kız, burnunu siliştirip sonra da cebine tıkıştırmaya çalıştığı kâğıt peçeteyi düşürüyor. Abisi fark etmeden, pedala basıyor. Küçük kız korkup abisini dürtüklüyor ama cesur abi aldırmıyor. Küçüğü ile birlikte kırık dökük mahallesine yol alıyorlar.

Geride önemli bir kanıt kalıyor. Park temizlik ekibinin yardımcı elemanı rüzgâr, peçeteyi havalandırıyor. Tellidede’deki gecekondulara doğru uçuruyor. Geride ne bir cam ayakkabı kalıyor, ne de cam ayakkabının izini süren parklar prensi. Sadece durumu ihbar edecek olan bir tanık iş başına koyuluyor.