Yanımda oturan gözlerinin altı çökmüş yorgun görünümlü 40-50 yaşlarındaki İsveç’li bir kadınla uluslar arası bilimsel bir toplantıyı izliyoruz. Yüzündeki duyarlı, mutsuz ve yalnız ifade ilgimi çekiyor. Kahve molasında sohbet ediyoruz. İsveç’ de büyük bir üniversitede iyi bir akademik pozisyonda çalışan, güçlü bir bilimsel özgeçmişi olan, aynı zamanda klinisyenlik de yapan bir bilim kadını olduğunu öğreniyorum. Mesleğine olan ilgisi ve sevgisinin büyük olduğunu, ancak aynı doyumu 18 yaşındaki oğlu ile hissedemediğini söylüyor. ‘Oğlumu, evde çok fazla ders çalışarak korkuttum, bilime, akademisyenliğe, öğrenmeye pek hevesi yok’ diyor bana. ‘Sakın çocuklarını korkutma, onlara ve sevdiklerine yeterince zaman ayır, ben bunu yapamadım’ diye ekliyor. Toplantımıza ve kendi hayatlarımıza dönüyoruz ardından.

            Bu konuşma ve kadının yüzü kafama takılıyor. ‘İsveç gibi kadın haklarının bizden daha güçlü ve erkeklerin aile yükümlülükleri konusunda daha paylaşımcı olduğu bir ülkede bile bilim kadınları, böylesine sıkıntılar yaşıyor, kim bilir ülkemizde durum nasıldır’ diye düşünmeye, akademisyen arkadaşlarımın anlattıklarını hatırlamaya başlıyorum. İşe gitmenin yanı sıra, sınavlar veya bilimsel çalışmalara evde ayırmamız gereken sonsuz zamanları hatırlıyorum. Kimbilir kimden ya da nerden çalıyoruz o zamanları… Kendimizden mi, çocuğumuzdan mı, eşimizden mi, evimizden mi? Çoğu zaman yüreğimiz kırık veya aklımız başka yerde, her parçasını tamamlamaya çalışıyoruz yaşantımızın.

            Süper kadın olmamız bekleniyor bizden. Azmiyle, özverisiyle, az uyuyup çok çalışmasıyla bunu yapmaya çalışanları kimileri takdir ediyor; kimileri de ‘korkulur hırslı kadınlardan’ diye dudak büküyor. Arkasından da hangi iniş çıkışlar, hangi çırpınışlar yaşandığı bilinmez, özgeçmiş ve eserler listeleri yalın bilimsel haliyle dosyalara konuluyor. Kadın veya erkek fark etmeden, vücudundan ve anneliğinden hangi fedakârlıklar edilmiş bilinmeden, jürilere sunuluyor bilimsel yeterliliğin sınanası için. Pek az kadın tüm bu aşamaları aşıp erkek meslektaşlarının tırmandığı kürsülere veya kitaplara girebiliyor. Pek az kadın bedensel olarak en üretken olduğu asistanlık döneminin yoğun psikolojik ve bedensel baskıları altında anne olabilmeyi göze alabiliyor. DNA’nın sırrını keşfeden Rosalind Franklin (bkz. dipnot) veya Madam Curie’ lerin hikâyesi tek tük de olsa bilim kitaplarına giriyor. Kadınlara ‘bilimi de sahiplenebilirsiniz başarabilirsiniz’ mesajını vermek için. Bu gerçekler erkeklerce de takdir edilsin, dile getirilsin veya göz önünde bulundurulsun istiyor kadın. Kendi aralarındaki dertleşmeler yetmiyor çünkü. Zor geliyorsa evinde otursun, çalışmasın, çocuğuna baksın diyenlere koz vermemek için susuyor. Anlatmıyor, yakınmıyor. Yeniden gerilere itilmekten, evlere kapatılmaktan korkuyor. Çok sevdiği mesleği, dünya ve doğaya olan merakı ile duyguları, doğanın görevleri arasında koşuşturup duruyor. Dosyasını uzattığı jürilerin bir bilim kadının çabalarını takdir edip etmediğini içten içe merak ediyor.  

Dipnot:

 1950’li yılların başında, DNA’nın çift sarmal yapısı veya genetik modelin taşınmasında oynadığı rol henüz bilinmiyordu. Bu yıllarda kadın araştırmacılar, Cambridge Üniversitesi’nde bile erkeklere ayrılmış üniversite restoranlarına giremiyor, laboratuarlarda temel araştırıcı değil, olsa olsa yardımcı olarak görülüyordu.

1952 yılında Rosalind Franklin adında bilim aşığı bir kadın, Londra Kraliyet kolejine bağlı John Randall laboratuarında Fransa’da öğrendiği x ışını kırınımı yöntemlerini uygulayan doktoralı bir biyofizikçi olarak çalışmaya başladı. Bu laboratuarda, ileride Nobel Ödülü alacak Maurice Wilkins ile tanıştı. Her ikisi de DNA üzerinde iki ayrı ekip olarak çalışıyorlardı. Rosalind Franklin, burada DNA’nın çift sarmal yapısını x ışını kırınımı yöntemi ile ortaya koyan kristal fotoğraflarını ilk kez elde etmeyi başardı. Böylece, Franklin DNA’nın başkalarınca iddia edildiği gibi üçlü değil ikili sarmal olduğunu gösterdi. Üzerinde çalıştığı tütün mozaik virüsündeki ribonükleik asitin (RNA), virüsün ortasındaki boşlukta değil, protein bölümü içinde bulunduğunu kanıtladı. Çift sarmalın büyüklüğü ve şekli konusunda önemli niceliksel verileri gün ışığına çıkardı.  Formal olmayan yollarla ve Franklin’in bilgisi dışında anahtar niteliğindeki bu veriyi alan ve kullanan Watson ve Crick, DNA ile ilgili bilinmeyen parçaları bir araya getirdi. Franklin, 1958 yılında, henüz 37 yaşında kansere yenik düşerek öldü. 1962 yılında Watson, Crick ve Wilkins DNA çalışmaları nedeniyle Nobel Ödülü alırlarken Franklin'in adı bile anılmadı. Ödülün ardından konuyla ilgili tartışmalar sürüp gitti. Kimileri, ölmüş kişiler ödüle aday gösterilemediğinden Franklin’in adının Nobel’le anılamayacağını savunurken, kimileriyse Franklin'in hakkının yenildiğini söyleyip durdu. Her şeye rağmen bugün bilim çevreleri, DNA çalışmaları üzerinde Rosalind Franklin'in önemli katkıları olduğunu ve öncü çalışmalar yaptığını kabul ediyor.

Kaynaklar:

1- İkili Sarmal, Watson, JD (2002), TÜBİTAK Yayınları.

2- Rosalind Franklin: The Dark Lady of DNA, Brenda Maddox, Harper Collins, (2003), Elsevier.

Sosyal medyada bu konuyla ilgili düşüncelerinizi #aydınkonuşuyor etiketiyle paylaşın, yayınlayalım! 

facebook.png twitter.png

habericiuygulamalar.jpg