“AMA, FAKAT, LAKİN”LER.

SEMAYA YÜKSELEN “AH”LAR...

1982 Anayasasında hak ve hürriyetler kısmında bireye verilen bir çok hak “Ama, fakat, lakin, ancak” gibi bir önceki satırda verilen hakları şarta bağlayarak geri alan hükümlerle doludur.

Bu özelliği 1982 anayasasının özgürlükçü olmadığını gösterir.

Yani “Haklar bireye veriliyormuş gibi” yapılır ama verilmez.

İnsanlar esasta doğru olmadığını düşündüğü, vicdanının kabul etmeyeceği davranışları meşrulaştırmak için, bu yola sıkça başvurur.

İnsan davranışından  dolayı vicdanının yargıladığı zamanlarda, kendini kandırma ve işlediği yanlışı meşrulaştırma arayışına girer.

Yani işlediği kabahatin veya suçun mazeretini üretir.

Yapılan hukuki yanlışların, mazeretin sebebi budur.

1997 yılının  28 Şubat‘ da yapılan Milli Güvenlik Kurulu kararlarıyla resmen başlayan sürecin mağdurlarına karşı, 28 Şubat uygulamalarını savunanlar mağdurlara “Ama, fakat, lakin, ancak” diyerek yaşanan mağduriyetlere gerekçe üretiyorlardı.

Bizler o zamanlar mağdurlar tarafındaydık ve yapılanların doğru olmadığını dillendiriyorduk.

Zira; insan aklının, havsalasının, vicdanının kabullenemeyeceği uygulamalar yapılıyordu.

Bu uygulamaları yapanların kendilerine göre “Haklı gerekçeleri(!)” vardı.

“Güç/ İktidar” ellerindeydi, kimseyi dinlemiyorlardı.

Ülke ve devlet düzeni için tehlike saydıkları fiilleri bırakın işlemeyi, insanlar kılık kıyafetlerinden dolayı “Suçlu” ilan ediliyorlardı.

Ülkede o dönemin en üst yöneticisi fütursuzca ve insafsızca “Başörtülü okula gitmek isteyenlere Sudi Arabistan’a gitsinler!” diyebiliyordu.

Vatandaş seçtiği halde başörtülü vekil, milletin meclisinden kovuluyor, “Devletin ideolojisi veya otorite” milletten üstün tutuluyordu...

Türkiye bu günleri sabırla aştı ve iktidarlarının “Bin yıl” süreceğine inananları 2002 yılı 3 Kasım’da sandıkta cezalandırıyordu...

Yani milletin vicdanı “Bin yıl hayallerini” sandığa gömüyordu...

Gerisi malum.

Yaşanan bahar yılları...

Ülkenin hızlı bir şekilde kalkınması...

Özgürlüklerin rahatça solunduğu Türkiye’nin inşası...

Ülkede topyekûn barış ve kardeşlik türkülerinin söylenmesi...

Kronikleşmiş sorunlarımıza çözüm arayışları...

Bölgede yıldızı parlayan Türkiye’nin siyasi, iktisadi yükselişi ve büyümesi...

Bu yükselişten ve bölgesel güçten rahatsız olanların telaşları...

Bizi bize bırakmayan “Küresel odakların” karanlık Türkiye senaryoları.

Bu yükselişe “Dur denilmesi” gerekiyordu.

Bunun için bütün imkanlarını seferber ettiler.

Üç beş ağaç bahane edilerek başlatılan “Gezi kalkışması.”

Baltalanan “Çözüm süreci.”

Olmadı “17-25 Aralık hükümeti devirme operasyonu.”

Arada yaşadığımız ama etkileri bunlar kadar olmayan bir sürü operasyonu yazmıyorum.

Ve en son “15 Temmuzdaki silahlı kalkışma.”

Kalkışmaya bağlı olarak yaşananlar.

Darbecilere karşı Reis’in isteğiyle meydanlara inen irade.

Darbenin püskürtülmesi...

Yine onun emriyle meydanları terk eden millet.

Milletin, Milli İrade ve Sandığa sahip çıkması muhteşem bir şeydi.

Bu irade sulandırılmamalıdır.

Güvenlik bürokrasisi ve Reis’e yakın olmak adına kirletilmemelidir.

Bu güçten faydalanmak için “Görülmemiş süfli hesaplarını” görmek isteyenler, mücadeleyi gölgelemektedir.

Bu anlayışa prim verilmemelidir.

FETÖ- PDY üyesi olduğu zannıyla suçlananlar “Olağanüstü Hal yasasına” rağmen hassasiyetle sorgulanmalıdır.

Yargıdan dönecek kararlarla adalet zedelenmemelidir.

Memuriyetten atma gibi kararlar sonuçları ağır kararlardır.

Maddi, somut delil olmadan bu tip ağır kararlardan kaçınılmalıdır.

Toplumda bir kazan kaynamaya başlamıştır.

Bu kazana düşenin akıbeti iyi olmaz.

Sandık milletin önüne geldiğinde;

Millet yaşananlar ve şahit olduklarına bakarak karar verecektir.

Haksız uygulama yapanların “ Ama, fakat lakin vb“ gerekçeleri geçmişte olduğu gibi işe yaramayacaktır.

Bizden söylemesi.

Yol yakınken yapılanlar tekrar tekrar gözden geçirilmelidir.

Hiç bir insanın “Ah’ını almamak” esas olmalıdır.

“Ah yerde kalmaz” diyen bir milletiz biz.

Bir  “Ah yere düşmüşse eğer” onu orada bırakmayız.

Vicdanımızın sesi her sesin üstünde gelir.

O sese itibar ederiz.