Mısır asıllı Fransız yazar Gilbert Sinoue’ninOrtadoğu’nun yakın tarihini fon olarak kullandığı son kitabı Taşların Çığlığı, Nâsır’ınMısır’da yönetime el koyduğu 1956 yılıyla, barış yanlısı Yitshak Rabin’in fanatik bir Yahudi tarafından öldürüldüğü 1995 tarihi arasındaki zaman dilimini kapsıyor. Kırk yıllık bu süreçte bir yanda savaşlar,ekonomik bunalımlar, yükselen diktatörlükler ve terör eylemleri, bir yanda da kayıplara, acılara, yoksulluğa rağmen yaşama tutunan, özgürlük mücadelesi veren, barışa, dostluğa ve aşka inanan sıradan insanların sıra dışı yaşamları akıp geçiyor... 

Yazarın önceki romanı Yasemin Kokusu’ndan tanıdığımız Mısırlı Lütfi, Filistinli Şahid, Yahudi Markus ve Iraklı El- Nidal ailelerinin, tarihin akışı içindeki yolculukları devam ediyor. Kuşaktan kuşağa bilinçlenen, mücadele veren, kimi zaman yenik düşen, kimi zaman da dört elle yaşama ve aşka sarılan bu ailelerin bireyleri kendi yollarında giderken,Ortadoğu’daki yangın da sürüyor. 

Taşların Çığlığı tarihsel gerçekleri sakınmadan anlatan bir roman. Yazar, tarih sahnesinde başrol oynamış politikacıların siyasetlerini, son bulmayan savaşları ve iktidar mücadelelerini, tek tek bireylerin yaşamlarıyla iç içe, incelikle dokuyarak, destan zenginliğinde bir roman kaleme almış.

KİTAPTAN SEÇİLMİŞ PASAJLAR

Cahillerin intikamı


Devrimi böyle hayal etmiyordum. Giderek, cahillerin tahsillilerden, fakirlerin zenginlerden intikam alışına benzemeye başladı. Bu yüzden Suriye’yle birleşme hakkında fazla umutlu değilim. Suriyeli büyük toprak sahipleri, Mısır’daki pek çok çiftçiyle birlikte benim de tabi olduğum tarım reformunu asla kabul etmeyeceklerdir. Bal-ayı eninde sonunda kin-ayına dönecek. Göreceksin oğlum. Sözde Birleşmiş Cumhuriyet dönemindeyiz! (sf.68)

Adı değiştirilen meydan

İngiliz işgalinin bir kalıntısı olan Kasr el-Nil Köprüsü’nden Nil’in öteki yakasına geçtiler ve devrimden sonra adı El-Tahrir Meydanı olarak değiştirilen İsmailiye Meydanı’na vardılar. Meydanın ortasındaki o muhteşem mermer çeşme kaldırılmış, yerine iğrenç bir kavşak yapılmıştı. Şoför radyoyu açmıştı, Ümmü Gülsüm ve Ferid el-Atraş’ın iki şarkısı arasında aynı şeyleri tekrarlayan haberler veriliyordu. (sf.165)

Zorunlu göçün adı

Hüseyin bir an hareketsiz kaldı, sanki aynada geleceğini okumak istiyor gibiydi. Yarın on sekiz yaşını kutlayacaktı. Savaşa ve halkının büyük bir kısmını göçe zorlayan o felaketlere rağmen eğitimini tamamlamıştı. Nakba, felaket demekti. Aralarından yedi yüz elli bin kişiyi zorunlu göçe sürükleyen trajediye Filistinliler bu adı vermişlerdi. İyi bir öğrenciydi. Çalışkandı. Nablus Üniversitesi’nin kapıları ona açıktı; Kahire ve El-Ezher’in kapıları da öyle. Ama, bu gerçekten doğru bir seçim miydi? Duvarların ardına kapanabilir, sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edebilir miydi? Sanki Filistin kanayan bir yara değilmiş gibi. 1947 yılının o lanetli gününü unutabilir miydi, o gün binlerce kilometre uzakta, New York’ta bir binada bir grup yabancı, vatanının büyük bir kısmını Siyonistlere armağan etmişti. (sf.26)

'Zavallı ülke!’ 

Yaşlı kadın umutsuzlukla derin bir iç çekti. “Zavallı Irak! Zavallı ülke! Oysa enişten gibi adamlar her türlü vesayetten arınmış, bağımsız ve istikrarlı bir yönetim için ne büyük mücadele verdiler. Ama kadere karşı gelinemiyor. Maktub. Ülkemin bir gün başını dikleştireceğini görmeyi umuyordum, ama göremeyeceğim. Yakında seksen yaşında olacağım, ölüm geç bile kaldı. Bu haksızlık. Nidal’la birlikte beni de almalıydı.” Feyyaz yaşlı kadının yanı başına diz çöktü, onun elini öptü. (sf.43) 

Kanlı Gösteri

Yazar, işgalci Fransız güçlerine karşı Cezayir halkının ilk direnişini şöyle anlatıyor: “Hatırla: Anlaşmazlığın sona ermesini ve müttefiklerin zaferini kutlamak için bir resmîgeçit düzenlenmişti. Özel bir ilgi odağı olan kutlamaları fırsat bilen Cezayirli milliyetçiler bağımsızlık taleplerini bir kez daha duyurmak için gösteri yapmaya karar verdiler. Cezayir bayrağı açan genç bir Cezayirli, polis kurşunuyla öldürüldü. Bu durum olayları tetikledi. İki taraftan da yüzlerce kişi öldü, bir o kadar kişi de yaralandı.” (sf.75)

Ülkelerinin bağımsızlığını isteyenler

Çünkü Doğu hâlâ bir barut fıçısı. Her zamanki gibi, orada hiçbir şey kolay değil. Cezayir’deki ayaklanmayla başımız epeyce dertte. Fransa taraftarı subayların tertiplediği bir darbe yapıldığını öğrendim dün. Neredeyse dört yıldır ordumuz, ülkelerinin bağımsızlığını isteyen Cezayirli Müslümanları dize getirmeye uğraşıyor. İki taraflı bir iç savaşla karşı karşıyayız; hem cemaatler arası bir mücadele var hem de cemaatlerin kendi içinde bir mücadele var. 8 Mayıs 1945’teki katliam hafızalardan henüz silinmedi. (sf.74)

Ateşe ve kana bulanan şehir 

13 Nisan 1975’ten beri Lübnan’ın başkenti ateşe ve kana bulanmıştı. “Beni endişelendiren başka bir husus da dikkat kesilip nefretle birbirini kollayan iki cemaat: Müslümanlar ve Hıristiyanlar. Onlar da kendi aralarında sayısız mezheplere bölünmüşler. Günün birinde politik gerginliğin din çatışmalarına dönmesinden korkuyorum. O zaman anlaşmazlık öylesine şiddetlenecek ki, kimse dizginleyemeyecek.” Dünya ölmüştü ve artık hiç kimse Levent’ın bu endişelerini hatırlamayacaktı. (sf.321)

Tarih neyi anımsar?

Süleyman Şahid haftalardır üzerine çöken hüzünden kendini kurtaramıyordu. Karamsar düşünceler, yılgınlık ve büyük bir bezginlik, ruhu bunlardan ibaretti işte. Genellikle tarih, önemli insanların ve toplumların hayatından sadece zaferleri ve zor deneyimleri anımsar. Kahramanca kararların olgunlaşmasına zemin hazırlayan ya da cesareti tırpanlayıp acınası davranışlara sürükleyen karanlık koşulları ve küçük olayları göz ardı eder. Mesele şuydu, Süleyman’ın yaşamı boyunca yaptığı hiçbir eylem bu tahlil kapsamına girmiyordu. Ne zafer anları ne de basit olaylar. (sf.157)

İktidarı ele geçiren militanlar 

Yakınlardan bir radyo sesi geldi, Ferid el- Atraş’ın eski bir şarkısı. Geçmiş güzel günlerden söz ediyordu, yaşamın sonsuza doğru akar gibi olduğu, Kahire’nin gizemini oluşturan biraz mahmur biraz müstehzi o tatlı günlerden. Bir hayal, dedi Hişam kendi kendine. Şarkı yavaş yavaş sona erdi, yerini haberlere bıraktı. Muhabir tekdüze bir sesle dünyadaki gelişmeleri bildirdi, son olarak da bir ay önce 8 Şubat’ta Irak’ta yaşanan son çalkantılardan söz etti. Orada da Baas partisi militanları iktidarı ele geçirmiş, General Kasım ve şürekasını ezip geçmişti. Muhabir sözlerini şöyle bitirdi: “1958’de General Kasım’a suikast tertipleyen ve darbeden önce yurdışına kaçanlardan Saddam Hüseyin Abülmecid el Tikriti’ye iade-i itibar yapıldığını öğrendik.(...)” (sf.176-177)

Ateşi tutanlar 

11 Eylül 2001 günü sabah saat 10’da 42. batı boylamında başlayan şok dalgası meridyenden meridyene geçerek tüm gezegeni sarstı. (...) Saldırının araştırılma sürecinde Amerikan mantığı hakkında oldukça yaygın olan kimi kavramlar geçerliliğini yitirdi. (...) Ortaya çıktı ki, Bin Ladin adlı kişi 1980 yılında İstanbul’da CIA tarafından işe alınmıştı. Görevi, Sovyet işgaline karşı savaşan Afgan milislerine gerekli ikmalleri yapmaktı: Gelecekteki Taliban mensuplarına Amerikan ve Suudi yardımını dağıtan kişi, Kâbil’e yerleşmiş olan Bin Ladin’di. Böylelikle sırtlarına saplanan İslami hançerleri imal eden ve ateşe tutanlar, Amerikalılar’ın kendileriydi. (sf.369-370)