Ülkemi tanıma gezilerimde yolum bu kez medeniyetler kenti Hatay’a düştü... İyi ki düştü. Cami, kilise ve havranın adeta duvar duvara olduğu bu kentte bambaşka bir Dünya ile tanıştım. Tüm insanların hiç bir ırk, renk, din ve dil ayrımı yapmadan insanca yaşadığı bir Dünya. Ezanların kilise çanlarına karıştığı bu kentte kendimi doğrusu büyük bir huzur içerisinde hissettim. Çoğu gezimde bana eşlik eden can dostum Ufuk Erenoğlu ile bol bol sıcakkanlı Müslüman, Hristiyan ve Musevi Hataylılarla sohbet etme olanağı bulduk.
 
BURAM BURAM TARİH KOKUYOR
Hatay’ın modern bir hava limanına uçağımız inerken bile içimdeki ön yargılı endişe, ağırlandığımız eski bir konak olan The Shahut Hotel’in otantik avlusundaki güzel sohbetlerle yok oldu gitti, yerini sempatiye bıraktı. Türkiye’nin en eski kentlerinden bir olan Hatay’ın geçmişi milattan önce 100.000 ile 40.000 yıllarına kadar dayanıyor. 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı topraklarına kattığı bu yerleşim yeri, 1918’de Fransa’nın eline geçmiş. Bir süre Bağımsız Hatay Devleti bile olan bu bölge, ancak 23 Temmuz 1939’da tekrar Türkiye topraklarına katılabilmiş.  
 
Buram buram tarih kokan bu kentin en önemli görülmesi gereken yerlerinden biri sanırım Habib-i Neccar Camisi. Kuran'da Yasin Süresi'nin 13-32. ayetlerinde şehrin en uzağından koşup gelen ve Allah’ın elçilerini uyardığı için öldürülen kişi olduğuna inanılan Habib-i Neccar’ın sandukası da adına yapılan bu camidedir. Hz. İsa'nın peygamberliği döneminde halkı putperest olan Antakya'nın tevhid dinini tebliğ için vazifelendirilen elçileri Yahya, Yunus ve Şem-un Sefa’nın (ki yabancı metinlerde bu isimler Yuhanna, Pavlus ve Petrus olarak geçer) kabirleri bulunduğu için de Hristiyanlar tarafından önemseniyor bu cami.
Hatay’daki bir çok kilise arasında Saint Pierre Kilisesi en önemlisidir. Bu kilise Stauris Dağı'nın batısında kayalara oyulmuş 13 metre derinliğinde, 9.5 metre genişliğinde ve 7 metre yüksekliğinde bir mağaradan oluşmaktadır. Antakya'daki ilk Hristiyanların gizli toplantıları için kullandıkları bu mağara Hristiyanlığın en eski kiliselerinden biri olarak kabul edilir. Barnabas ve Pavlos'un Antakya'da birlikte çalışarak Hristiyanlığı yaydıkları ve bu dine inananlara „Hristiyan“ adının verilmesinin ilk kez Antakya'da gerçekleştiği bilinmektedir.
 
Biraz tarihi bilgilerden sonra size günümüz Hatay’ını anlatmak istiyorum.  Hep, Hatay-Antakya veya İskenderun diye isimler duyardık, bunların tam olarak ne olduğunu oraya gidince öğrendik. Büyük kentin adı Antakya, merkezin adı Hatay ve ticari ve stratejik limanı ile ünlü ilçesinin adı da İskenderun.  Asi nehriyle ikiye ayrılan Hatay merkezden bahsetmek istiyorum. Tarihi dokunun korunduğu kent merkezinde ilk dikkatimi çeken pek Suriyeli mülteciye rastlamamış olmamızdı. Esnafa sorduğumuzda, „geçen yıllarda onlardan çok çektik, sürekli müşterilerimizi rahatsız ediyorlardı, nihayet bu yıl kent merkezine girmelerini engellemeyi başardık“ dediler. Nasıl başardıkları konusunda pek bilgi alamadık. Ama halkın çoğu Arap kökenli olmasına rağmen, Suriyelilere pek sıcak bakmadıkları gözümüzden kaçmadı. Dikkatimizi çeken bir konu da bir çok esnafın Türkçe bilmeyip sadece Arapça konuşuyor olması. Adres sorduğumuzda bizi anlamakta zorlandılar, hemen Türkçe bilen birini çağırdılar, sık sık kendimizi bir Arap ülkesinde hissettik. Buna rağmen Suriyeli antipatisini pek anlayamadık… 
 
KÜNEFE VE KAĞIT KEBABI
Kent merkezinde en çok dikkati çeken „Künefe“ levhaları. Her işletme Hatay’ın milli tatlısı künefeyi en iyi kendilerinin yaptığını iddia ederken biz en iyi künefeyi „Tarihi Bizim Künefeci“‘de yedik. 1949’da açılan ve hala aynı binada hizmet veren bu künefecinin sahibi Rağıp Usta, baba mesleğini büyük bir zevkle devam ettiriyor. Burada çalışan Selim bey ise tüm sıcakkanlılığı ile bize kenti hakkında bilgiler verirken, „Kağıt kebabı“ nı mutlaka yememiz gerektiğini ve en iyisini nerede yiyebileceğimizi söyledi.  Bize „Kağıt kebabı“ yemek için tarif ettiği yerin bir kasap olduğunu duyunca  şaşırdık, ama burada kasabın eti hazırlayıp yakındaki ekmek fırınından yaptığını servis yaptığını öğrenmiş olduk. Yine tarihi bir mekan olan „Sakuçoğlu Et“ adlı bu kasapta, çok basit bir atmosferine  rağmen, Bülent beyin iddialı servisiyle hiç koyun eti  yemeyen ben zevkle kağıt kebabını yedim. Künefe ve kağıt kebabı Hatay’ın olmazsa olmazları…
 
HARBİYE ŞELALELERİ REZALETİ
Hatay’ın mutlaka görülmesi gereken yerleri arasında bulunan Harbiye şelalesi tam bir çevre katliamı örneği.  M.Ö 4500-300 yıllarında, Antşk çağlarda Kastalia, Pallas ve Saramanna adılarıyla oluşturulan bu doğa harikası yerleşim bölgesini 21. Yüzyıldaki görünümü yürekler acısı. Adamlar doğayı katledip, tüm suların içine masalar kurmuşlar. Tüm çevre restoranlar, turistik eşya stantları ve iğrenç levhalarıyla doldurulmuş. Bu doğa katliamına üzüldüğüm kadar, yaptıklarının farkında olmamalarına ve kimsenin bunlara dur dememiş olmalarına daha fazla üzüldüm. Hatay’da hiç mi çevreci yaşamıyor?     
 
İSKENDERUN
Hatay civarına yaptığımız geziler de ise İskenderun’un bizim açımızdan limanından başka bir şeyi olmadığını gözlemledik. Sahilde oturduğumu kahvedeki garsonun, İskenderun’da gezilecek yer olarak bize alış veriş merkezini tavsiye etmesi de oldukça güldürdü. Arsuz plajları da doğrusu pek ilgimizi çekmedi.
 
SAMANDAĞ’DA TÜRKİYE’NİN TEK ERMENİ KÖYÜ
Hatay’ın „Medeniyetler Kenti“ olmasının en güzel örneğini Hatay’ın Samandağ ilçesine 4 km uzaklıkta ve halen “Türkiye’nin Tek Ermeni Köyü” olma özelliğini sürdüren Vakıflı köyünde yaşadık. Musa dağının eteğindeki ve yaklaşık 123 nüfuslu bu örnek köy, pırıl pırıl caddeleri, değişik değişik meyve veren ağaçlar ve çileklerle bezenmiş doğasıyla bir vaha timsali geldi bize. Zaten Samandağ civarı bereketli topraklarıyla gerçekten de bir doğa harikası olarak karşımıza çıktı. Tamamı Ermeni asıllı Türk vatandaşlarından oluşan bu köyün pırıl pırıl Surp Asdvadzadzin (Aziz Meryem Ana) kilisesinde bir bayan bizi bilgilendirdi. Atalarının tehcirden nasıl kurtulduklarını ve bir süreliğine terk etmek zorunda kaldıkları vatan topraklarına Cumhuriyet’in kurulması sonrası geri döndüklerini anlattı. O anlattıkça gözlerimiz yaşarırken, Allah’ın kimseye o günleri tekrar yaşatmamasını diledik. Organik tarım yapılan köyde, başta portakal olmak üzere bir çok tarımsal ürün yurt dışına ihraç ediliyor. Köyün en güzel girişimi ise „Vakıflı Köyü Kadınlar Kolu Kooperatifi“. Köyün kadınları evlerinde yaptıkları reçellerden, baharat çeşitlerine, şaraplardan likör ve nar ekşisine kadar birçok organik ürünü satarak hem aile bütçesine hem de köyün kalkınmasına destek oluyorlar. Bu köyde dikkatimizi çeken bir Ermeni yurttaşlarımızın pırıl pırıl mezar taşlarıyla dolu tertemiz mezarlığı oldu.  Bu köyden biraz içimiz buruk ama gelecek nesillerin ırkçılık belasını aşmaları umuduyla ayrıldık.
 
Hatay gezimizi özetlersek… Hani Dünya’da mutlaka görülmesi gereken yerler listesi var ya, işte özellikle Türkiye’de yaşayan insanlarımızın mutlaka ama mutlaka Hatay’ı görmeleri gerekir. Orada ancak  „Anadolu mozaiği“ deyiminin ne olduğunu anlayabilir ve ülkemizin başındaki bu terör belasının kardeş kavgasına dönüşmemesi için daha bilinçli hareket edebiliriz.  
ahmet-incel-hatay.jpg