- 2. BÖLÜM -

 

Adam birden heyecanlandı, gözleri yaşararak yüksek sesle

“Anlamıştım” dedi, ama bu kez ben şaşkınlığa uğradım, çünkü adam son kelimeyi Türkçe olarak söylemişti...

Çok bozuk bir aksanla devam ederek “Evet, sizin Türk olduğunuzu anlamıştım, çünkü ben de Türk’üm... Türk idim... Bizler bir yerlerde birbirimizi gördüğümüzde bir şekilde Türk olduğumuzu karşılıklı olarak hissederiz” dedi.

 

“Mister Smith siz mi oluyorsunuz şimdi?”

 

“Evet, ama şaşırmakta haklısınız” dedi ve devam etti:

“biraz vaktiniz varsa çaylarımızı yudumlarken sohbet edebiliriz” dedi.

Benim teklifini kabul etmemden sonra da bir düğmeye bastı, gelen hemşireye çay ve kek getirmesini söyledi.

Tüm bu konuşmaları sık sık ağzını soluma cihazının maskesiyle kapatarak ve oldukça zorlanarak yapan yaşlı adam, bu kez bana sorular yöneltmeye başladı... Benden istediği yanıtları detaylı bir şekilde aldıktan sonra, oldukça yorulduğunu söyleyip yatağa uzanmak istediğini çağırdığı hemşireye söyledi.

Ben de hemen sitemimi yaparak

“bunca zaman beni konuşturdunuz ve hakkımda oldukça bilgi sahibi oldunuz. Ama şimdi beni meraktan çatlatacaksınız, gerçekte siz kimsiniz?”

Yaşlı adam, uzandığı yatağında solunum aletinden uzun uzun nefes aldıktan sonra anlatmaya başladı:

“Benim gerçek adım tabii ki George Smith değil, benim adım Hüseyin Öztürk... Kayseri’nin bir köyünde doğdum, büyüdüm. Aslında öykümü anlatmaya ninemden başlamam gerekli. Ninem, 1915 olaylarında anne babası tarafından Müslüman komşularına emanet edilmiş bir Ermeni kızıdır. Daha üç yaşındaki ninemi alan Türk aile, yıllarca giden Ermeni komşularından yani ninemin anne ve babasından haber beklerken, güvenlik açısından Ayşe adını verdikleri nineme kendi kızları gibi bakmışlar. Maalesef Irak istikametine göçe zorlanan, anne babasından hiç bir zaman haber gelmemiş.  Zamanı gelince bu aile ninemi, istediği bir Türk genciyle evlendirmişler. Bu evlilikten doğan annem ise ninemden tüm 1915 öyküleri dinleyerek büyümüş ve bunları etkisi altında hep Türk'ten daha çok bir Ermeni benliği ile yaşadı. Babam, annemi çok sevdiği için bizim yetişmemize hiç karışmazdı... Ben de büyüdükçe bir Ermeni, bir Türk kimliği ile bunalarak adeta dine karşı alerji duymaya başladım”

Konuşmasına öksürük krizleri nedeniyle sık sık ara veren Georg Hüseyin bey, anlatmaya devam etmek istiyordu. Bu arada odaya Lady Diana’nın birazcık yaşlı versiyonu eskiden çok güzel olduğu anlaşılan asil bir orta yaşlı bayan girdi. Son derece şık bu bayanın asalet pırıltılarından etkilenip, kendimi hemen kalkıp hafif bir eğilme ile onu selamlamak zorunda hissettim. Hafif bir gülümseme ile selamımı aldı ve eşine dönerek, artık istirahat etmesini, anlatmayı bırakmasını söyledi. Gözleri yaşaran Georg Hüseyin bey “lütfen, sanırım varsa yukarıdaki bu adamı bugün boşuna bana göndermedi. Şimdi anlatmazsam ne zaman anlatacağım. Zamanım mı var ki?” dedi. Bu kez kadının da gözleri yaşardı ve özür dileyip odayı terk etti. Ben de ne yapacağım bilemedim, ayağa kalkar gibi bir hareket ettim.

Bu kez bana dönen Georg Hüseyin bey “lütfen gitmeyin kalın burada, size her şeyi anlatmam gerekli, bu bana çok iyi geliyor” diyerek, yalvaran gözlerle bana baktı. İçim ürperdi ve oturdum kaldım...

“Nerede kalmıştık, ha... Benim bunalımlarım... Bu tür bunalımlara girdiğimde dedemin benim için yaptığı sapanı alıp, köy dışına çıkarak kuş avlardım. Böylece rahatlardım. Bu sapan benim için çok önemliydi, hem çok sevdiğim dedemin bana yadigârı hem de beni en iyi tedavi eden araçtı. Bu sapanı hiç yanımdan ayırmadım Bu arada sosyalizme takılmaya başladım, sürekli kitaplar okuyordum. Bu arada üniversiteye başlamıştım. O zamanlar öğrenci olayları çok oluyordu. Ben bu kez sapanı bu öğrenci olaylarında kuş yerine başka şeyler avlamakta kullandım. Tabii şimdi utanıyorum. Hatta burada yıllardır “Kuş severler Derneği” onur üyesi olarak adeta günah çıkarmaya çalışıyorum”. 

“İsterseniz size biraz da okul hayatımdan bahsedeyim...”

Aslında ben hala Hüseyin’in neden Georg olduğunu merak ediyordum, ama biraz daha sabır etmem gerektiğini düşünerek “tabii, buyurun” dedim.

“Hüseyin İnan’ı bilirsiniz herhalde?”

“Deniz Geçmiş’in arkadaşı mı?”

“Ha evet o... O Kayseri’de lisede benim de arkadaşımdı, hem de çok sevdiğim. Zaten bana tüm sosyalistlik ondan bulaştı... Onunla lise arkadaşlığım Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde devam etti. Orada da onun eylemlerini hayranlıkla izlerken, o zamanlar ürkekliğim yüzünden pek aktif olamadım. Okuldan atıldığı halde Denizlerle birlikte bizim yurtta kalırken, onunla ara sıra görüşebiliyordum, fakat Şubat 1969’da Ürdün’e geçtikten sonra onu bir daha göremedim. 1971 darbesi sonrası Kayseri’de yakalandığında çok üzülmüştüm. 1972’de okulu bitirdiğim yılda idam edilince, “bu ülkede artık yaşayamam” deyip Türkiye’ye küsüp, Avrupa’ya doğru yollara düştüm. Ne doğru dürüst param ne de oralarda bir tanıdığım vardı”

“Bir süre Münih’te, yani senin kentinde, kaçak çalıştıktan sonra Hamburg’a geçtim. Niyetim, buralarda biraz para biriktirip, Almanya dışında bir ülkeye gitmekti. Çünkü nedense ne Almanya’yı ne de Almanları sevebildim...”

Ben de sabırsızlık yaparak hemen “Yani Almanya’dan Yeni Zelanda’ya geldiniz?”

“Yok yok o iş o kadar kolay ve çabuk olmadı...”

“Hamburg’ta günlük işlerde çalışıp, geçimimi sağlamaya için mücadele veriyordum. Yeterli Almancam olmadığından, bazen çok iyi para kazanamıyor, bazen ekmeğimin yanına peynir bile alamıyordum. Zaten burada fazla kalmayacağım diye Almanca öğrenmek için de pek uğraşmıyordum. Bir gün bir parkta, sanırım deniz kenarındaydı, oturmuş yine dalgın dalgın bakarken, çok güzel bir kız bana fotoğraf makinesini uzatıp İngilizce olarak arkadaşıyla bir resmimi çekmemi rica etti. Ben de hemen üniversitede çok başarılı olduğum asil İngilizce'mle “tabi neden olmasın, kim sizin gibi güzel bayana hayır diyebilir ki” dedim. Tüm ayrıntıları, dün gibi hatırlıyorum: Yüzü bir anda birazcık kızardı, Alman sandığı benim gibi garibandan böyle bir İngilizce ve böyle bir kompliment beklemiyordu...   

“Ve böylece Scarlett ile tanıştım. Bilmiyorum, ilk bakışta aşk mavalına inanır mısın ama onu görene kadar ben de inanmazdım. Her ikimizde birbirimizin etkisi altında kaldık. Liseyi bitirdiği için babası mükâfat olarak onu bir kız arkadaşıyla bir aylığına Avrupa seyahatine göndermiş. Bir gün kalacağı Hamburg’ta bir hafta kaldıktan sonra Yeni Zelanda’ya geri döndü. Onunla bir yıl boyunca sürekli mektuplaştık, tabii ben daha da fazla çalışarak Dünya’nın öbür ucundaki ülkeye sevdiğim kadına gitmek için uğraşıyordum”

Georg Hüseyin Bey’in öyküsünün yavaş yavaş Yeni Zelanda’ya doğru gelmesi beni sevindirdi. Çünkü adamcağızın büyük acılar çekerek anlatması bana vicdan azabı veriyordu. Dışarıda bekleyen eşine karşı mahcup oluyordum, çünkü kadıncağız sevdiği adamla son dakikalarını geçirmek istiyordu mutlaka...

Georg Hüseyin Bey birazcık makinesiyle nefeslendikten sonra anlatmaya devam etti:

“Günlerce Hamburg limanında dolandıktan, sorup soruşturduktan sonra Yeni Zelanda’ya giden bir gemide iş buldum. Dünyalar benim olmuştu. Aylarca süren deniz yolculuğundan sonra bir Eylül sabahı Auckland limanına demir attık. İşte burada beni çok üzen bir olay oldu. Gemici belgemde ve pasaportumda bir sorun bulamayan sınır görevlisi eşyalarımı karıştırırken benim için kutsal olan sapanımı buldu. Hemen silah deyip, el koymaya kalktı. Yalvardım yakardım, ona dedemi anlattım, lastik kısmını kesip atarsa sadece ağaç kısmını ülkeye sokmama izin verebileceğini söyledi. Çaresiz razı oldum, ama o lastiği keserken, sanki vücudumdan bir parça kesiyormuş gibi geldi”

“Limandan sonra hemen elimdeki adresle Scarlett’lerin evlerine gitmek üzere yola çıktım. Nihayet şehir dışında ev yerine adeta bir saray diyebileceğim muhteşem bir binanın önüne geldim. Acaba, adres yanlış mı diye düşünürken birden bire arkamdan Scarlett’in sesini duydum. Düşüp bayılacağım sandım, orada dakikalarca sarılı kaldık. O anın hiç bir zaman unutmuyorum...” Bu sözlerden sonra bir süre ağlayan Georg Hüseyin Bey toparlanıp özür dileyerek anlatmaya devam etti.

“Sonra beni eve götürdü, hizmetçiler, uşaklar ben afalladım kaldım. Bir yandan ailesi ne der babası şimdi görür tekmeyi kıçıma vurursa ne yaparım? diye düşünüyordum. Scarlett oldukça bir medeni şekilde beni anne ve babasıyla tanıştırdı ve “işte beklediğim adam. Ben size gelir dememiş miydim?” dedi. Olayı bana daha sonra anlattı. Aslında Hamburg’ta tüm olanları, mektuplaşmalarımızı ailesi tüm ayrıntılarıyla biliyormuş. Evin tek kızı olan Scarlett’i çok seven babası “kızım istersen uçak bileti gönderelim buraya gelsin” demiş. Scarlett “Hayır, baba beni gerçekten seviyorsa tüm engelleri açar gelir, başaramazsa demek ki yeteri kadar sevmiyor demekmiş” diye yanıtlamış. Yani senin anlayacağın benim canım karım beni Ferhat etmiş dağları deldirmiş”

Ben bir yandan duygulanırken, kafamın hala Hüseyin Öztürk’ün Georg Smith olma hikayesine takılı olduğunu fark ettim, yine aynı soruyu yöneltim..

“hah şimdi gelelim senin çok merak ettiğin soruya.. Hani Türkçe’de bir müzik aletinin son deliği derlerdi, düdük müydü neydi?”

“Hayır, zurnanın son deliği”

 

 DEVAMI EDECEK...