Bu öykü, bir çocuğun ya da güneşin doğuşunun öyküsü değil. Bir öykünün doğuşunun öyküsü. Yine de bu doğuş bir öykü yazarı için bir çocuğun ya da güneşin doğuşu gibi birşey. Çünkü bütün öykücülerin çocukları gibidir öyküleri, ya da bir güneş gibi doğar dünyalarına…               

Dokuz aylık süre biz öykücüler için bazen beş dakikalık süredir, bazen beş yıllık bir süre.

Öykücü, bir anlık bir olaydan ilham alıp onu büyütür ve okuyucuya sunar.

Ya da öykünün kendi edebiyat bahçesinde olgunlaşmasını bekler.

Öykümü oluşturmak için ne kadarlık bir olgunlaşma süresi geçti bilmiyorum ancak her halde yumurta kapıya dayandı ve müthiş bir ilham geldi.

Hemen ucu yağ gibi kaygan tükenmez kalemimi (kalemim çok kaygan uçlu olmalıdır ki düşüncelerimin hızına yetişebilsin), sarı dosya kâğıtlarımı ve üzerinde yazmak için kullandığım bir gezi dergisinin kalınca kapağını elime aldım.

Her yazarın bir yoğurt yiyişi vardır, ben katiyen masaya oturarak hikâye yazamam. Bazı yazarlar ayaktayken yazıyormuş, ben ayakta da yazamam. Uzun koltuğuma uzanır, dizlerimi havaya doğru kıvırır, sağ bacağımın üzerinde öykümü çizgisiz kâğıdıma yazmaya başlarım.

Konu başlığımı baştan buldum. Ancak ne olur ne olmaz değiştiririm diye başlığı açık bıraktım.

İnsan öykü yazarken kafasında hiçbir sorun olmamalı. Neşeli, mutlu ve keyfi yerinde olmalı. Aksi takdirde konsantre olamıyor, iyi öykü çıkaramıyor.

Genelde akşamları yazarım ve bu akşam da sağlığım ve neşem yerinde. Cümleler adeta kafamın içinde dans ediyorlar.

Branşım kısa öykü olduğu için beş altı dosya kâğıdını geçmeye başlamışsa hikâyem, bu benim için bir uyarıdır: Çok uzatmaya başladın!

Etrafımda gürültü var veya yok; televizyon açıkmış, dışarıdan sesler geliyormuş hiç fark etmez. Beynim yeni öyküme odaklanmış durumda. Top atsanız duymam.

Okulda kompozisyonum çok iyiydi. Bir defasında hatırlıyorum, zilin çalmasına beş dakika kalmıştı, ilham gelmediği için ben hiçbir şey yazamadım. Öğretmen de başıma dikilmiş bu çocuk ne diye bir şey yazmadan duruyor diye. Sonra bir ilham geldi, beş dakikada Beşiktaş.

Dünyanın en önemli öykücülerinin hikâyelerini okudum ancak çok az öyküyü beğenebildim. Öykü, insana tat vermeli, sürükleyici olmalı, bir dikişte öyküyü yutmalısınız. Okuduğunuz öykücünün üslubu da özgün olmalı. Üslup olarak hiçbir hikâyeciye benzemek istemem.

Neyse, çok kısa zamanda hikâye yazabiliyorum. Bu öykümün taslağı da beş dakika sürdü. Başlığı da attım. Her sahifeye zaten numaralarını vurmuştum. Bilgisayarın karşısına geçtim. Hey gidi günle hey, eskiden daktilolar vardı şimdi antika oldular.

Kâğıtta ne görüyorsam word’e geçtim. Yazıcıdan çıkardım. En çok dikkat ettiğim şey yüklemlerdir. Bir paragrafta veya birkaçında ikidedir aynı yüklemi kullanmamaya gayret ederim. Yazıda aynı yüklemi görürsem bu beni rahatsız eder ve hemen onu değiştirip yerine yeni bir yüklem atarım. Bu işlem için fosforlu kalem kullanır, yazıdaki bütün fiillerin üzerini fosforluyla çizerim.

Word üzerinde yüklemleri düzelttikten sonra öyküyü tekrar yazıcıdan çıkarttım. Son kez sesli olarak okudum. Baktım, başlık güzel, paragraflar çok uzun değil, yazı sıkıcı değil, konu hoşuma gitmiş, her şey tamam. Yapboz yerine oturmuş.

Sıra son yazmış olduğum bu hikâyeyi gazetelere göndermeye gelmiştir. Aydınpost internet sitesine gönderiyorum. Gitti…

Yeni bir doğuşun vermiş olduğu mutluluk ve rahatlıkla yoluma devam ediyorum