Kollarım domates yeşili, ayaklarım toprak,

Başımda göğün mavi şapkası.

Güneş ışıkları öperken yanaklarımı,

Ruhum kimi zaman bir kelebek, kimi zaman bir solucan.

Karışırım doğanın ahenkli ritmine,

Taa içimde onun bir parçası olduğumu duyumsayarak.

Bu satırlar herhangi bir şairin değil. Her yaz büyük şehrin karmaşasından kaçıp, sığındığımız Gökova’nın bir köyünde, doğayla başbaşa olmanın hazzıyla hissettiklerimin yazıya veya isterseniz küçük bir şiire dönüşmüş hali. Küçücük bir çocukken, sevgili  babam sayesinde tanımaya başladığım bu güzel yerler, her sene biraz daha betonlaşıyor ne yazıkki. Yaklaşık birbuçuk sene önce , Muğla ilimiz de büyük şehir olma şansına ya da , bana göre şanssızlığına, kavuştu. Tabii, köylüler önceleri  bu durumu büyük bir sevinç ve heyecanla karşıladılar. Şimdilerde ise sevinç yerini yavaş yavaş endişeye ve hüzne bırakıyor. Zira bugüne kadar, su parası nedir, ev vergisi nedir bilmeyen, merasını,yeşilini özgürce kullanan, evinin hemen yanındaki çoğu ruhsatsız ahırın bir gün gelip yıkılabileceğini düşünmeyen bu insancıklar, şimdilerde yavaş yavaş şehirli olmanın bedelini ödemeye başlıyorlar. Tam ödeme için önlerinde daha bir kaç sene var ama ya sonra... Acaba kaç susam tarlası, kaç narenciye bahçesi pahalı olduğu için sulanamayıp, tek derdi rant olan birilerine satılmak zorunda kalınacak? Acaba Gökova Körfezi hala bugünkü kadar bakir, Kadın Azmağı şu anki kadar özgür olabilecek mi? Büyük şehir olma gazabına uğrayan illerde, köyler yavaş yavaş kapanıyor. Tüm yeşil alanları, mal varlıkları ile birlikte büyük şehire geçen muhtarlıklar çaresiz hukuk savaşları sürdürüyor. Hıfzı Sıhha Kanunu devreye girdi. Köylü ahırını dağa,tepeye taşımak zorunda. Hayvancılık bu şartlarda ne kadar gelişir, daha da kötüsü devam eder sizce?

Canım ülkemin tarımı, doğası derken, “Gelişiyoruz.“ diye diye, daha kim bilir neleri, neleri kurban edilecek? Doğru düzgün bir tarım politikası olmayan bu ülkede, bir zamanlar her şeyiyle kendine yeten verimli vatan toprağı, şimdilerde her gün biraz daha su, toprak ve mahsul yitiriyor. Çiftçi fakirleşirken, sofralarımıza gelen sebze,meyve ve et fiyatları arttığı gibi, kaliteleri de asla çocukluğumuzda yediklerimizin yanına yaklaşamıyor.

Yaşı bana yakın olanlar hatırlarlar ; Bir zamanlar televizyonda Mercimek Teyze lakaplı bir profesör hanım vardı. Hemen her gün mercimek tüketimini arttırmak adına faydalarını sayar dururdu. Çünkü o zamanlar Türkiye, mercimek üretiminde ve ihracında sayılı ülkelerden biriydi. Mercimek ete alternatif olarak, özellikle gelir düzeyi düşük ailelerin kurtarıcısı olarak sunuluyordu. Gelin görün ki, 2009’dan beri resmen mercimek ithalatçısı olduk. Yanlış tarım politikaları ve verimli topraklar üzerinde yürütülen rant kavgaları, mercimek üretimimizi %50 azalttı.Son on yılda, nohut dikim alanlarımız  2 milyon 700 bin metrekare küçüldü. Saymakla bitmeyecek kadar ürünü, saman da dahil, artık ithal eder durumdayız. Hergeçen gün kalabalıklaşan nüfusa rağmen, bütçede tarım desteğine  ayrılan pay sadece %2. Bu oran, nüfusu hızla azalan ve yaşlanan Avrupa’da ise %40. Fazla söze gerek yok. Bu politikalar ve anlayış değişmezse, hepimiz beton yemeye alışmaya başlasak iyi olacak galiba.

Sevgi ve doğayla kalın.