Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Önder Atatürk, bundan yetmiş altı yıl önce bir 10 Kasım sabahı ayrıldı aramızdan.

Üç kıta yedi denize hükmetmiş altı yüz küsur yıllık Osmanlı Güneşi'nin gün batımına denk gelen bir zamanda Selanik’te başlayıp İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda sona erecek elli yedi yıllık bir yaşamdır bu.

Neler yaşanmamış, neler sığdırılmamıştı ki bu iki şehir arasındaki elli yedi yıllık zaman dilimine.

Açlığın, yokluğun, isyanların, entrikaların, özlenen gururların, kaybedilen ihtişamın ve çırpınışların Osmanlı’sında, O Osmanlı’nın Selanik’inde mütevazi bir ailede başlayan yaşam…

Yedi-sekiz yaşlarında kaybedilen baba…Bir kız kardeş ve anne ile hayata tutunma çabaları…Dayının bahçesinde o meşhur kargalar…Okuma özlemi…Birinciliklerle bitirilen okullar…Bu okullarda vatan ve millet meselelerine kafa yormalar…

Ardından Şam, Makedonya, Trablusgarp, Sofya, Çanakkale, Diyarbakır, İstanbul, Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas ve Ankara... Adım adım Türkiye Cumhuriyeti.

Bir savaştan bir savaşa, bir devirden başka bir devire, bir devletten yeni bir devlete geçiş…

Tarih kitapları bu olayları sadece yer zaman gösterip, sebep sonuç belirterek belgelere dayanarak yazıverir. Somut bir şeydir yani. Ve de kolaydır.

Oysa;

Bir askerin can verirken gözünün önünden bir film şeridi gibi akıp geçen o kısa ama ağır zaman dilimini anlatamaz.

Savaş gerisinde bir bebeğin açlıktan çatlarcasına ağlamasını ve ona çaresizce bakmak zorunda kalan annesini de…Her türlü zorluk ve zorbalığa maruz kalan yaşlıları, çocukları ve de genç kızların yaşadıklarını da anlatamaz. Sadece yazar ve söyler.

Hele de bir komutanın bir tek askeri için, vatanı ve milleti için taşıdığı sorumluluğun ağırlığını ve tedirginliğini de hiç anlatamaz. Kazandı veya kaybetti der sadece…

İstanbul’dan Samsun’a doğru üç günlük deniz yolcuğunda denizin yüzeyindeki fırtınaları yazabilir de yürek ve beyinde kopan fırtınaları ve düşünceleri yazamaz…

Üç-beş kişiyi bir araya getirebilmenin ve onları bir amaç doğrultusunda harekete geçirebilmenin imkansızlığında, Amasya, Erzurum ve Sivas’ta, kadroları oluşturup Kurtuluş Savaşının temellerini atabilmeyi…

Bir basit dükkân açmanın dahi mesele olduğu bir dönemde Ankara’da, işgalci devletlerin burnunun dibinde, kurtuluş inancı ve yöntemini kavrayamamış bir çok kurum ve kuruluşa rağmen, Türkiye Büyük Millet Meclisini açabilmeyi de…

Mükemmel bir inanç üzerine, şu veya bu sebeplerden yüzlerce yılda bina edilmiş hurafe kalelerine mahkum bir toplum ve kimi aydınlarına rağmen yeni bir düzen, yeni bir anlayışı yerleştirebilmeyi de anlatamaz.

***


 

Malum şimdilerde iletişimin hızlı ve çeşitliliğinin çok olduğu bir dönemdeyiz. İnternet üzerinden Facebook, twitter gibi sosyal paylaşım ağlarından her şey kolayca yazılıp çizilmekte.

Tarih biliminin bilimsel disiplin ve yöntemlerinden uzak bir şekilde Atatürk ve dönemi hakkında o kadar çok şey yazılıp paylaşılıyor ki…Tarihle yüzleşmek adına yapılan bu yayınlar Derin Tarih, Gizli Tarih gibi adlar altında yapılmakta. Çoğunluğu duygusal bir ego tatmininden öteye gitmeyen bu yazı ve yayınlar bilgi kirliliği oluşturup toplumsal karmaşa ve huzursuzluğa neden olmaktadır kanımca.

Bu yayınların büyük çoğunluğu doğal olarak Tarihçiler, Sosyologlar ve Siyaset Bilimciler gibi konunun uzmanları tarafından değil de, bunlar hariç herkes tarafından yapılmaktadır.

Teşbihte hata olmaz. Tıpkı Sözde Ermeni Soykırımı Meselesi gibi. Hani o meselede de işin uzmanları olan bilim adamları hariç politikacı, şarkıcı, oyuncu, sporcu gibi bilip bilmeyen herkes yorum yaparlarken parlamentolardan kararlar çıkartılmaya çalışılmaktadır ya..Aynı öyle.

Neyse bu konu böyle uzar gider…

Bu gün 10 Kasım…

Başta Büyük Önder Atatürk’ümüz olmak üzere tüm silah arkadaşlarını, adı bilinmeyen ama hepsine birden Mehmet dediğimiz kahraman Mehmetçikleri, kadın, kız, çocuk ve ihtiyarız demeden bağımsızlık savaşına katılmış ve o günlerde bin türlü sıkıntıya maruz kalmış ecdadımızı rahmet ve minnetle anıyorum…Ruhları şad olsun…

Sağlıcakla kalın…