“ Çok zor bir çocukluğum oldu. Çok küçük yaşta anne babamı kaybettim. Ailemiz dağıldı. Yazarak iyileştim ben, ruhumdaki yaraları iyileştirdim” diyen İnci Aral bu kez bir 12 Eylül romanıyla buluştu okuruyla.

İnci Aral bundan tam 45 yıl önce sonradan kocası olacak olan sevgilisine duygularını ifade edebilmek için bir ses kaydı doldurmuş. Bu kayıt da 12 Eylül’ün yarım bıraktıklarına ağıt sayılabilecek “Şarkını Söylediğin Zaman”ın yazılışı sırasında tesadüfen ortaya çıkmış. İnci Aral’ın müthiş sesinin fonda yankılandığı bir ortamda yaptık röportajı. Romanını, 12 Eylül’ün yarım bıraktığı aşkları, hayatları ve İnci Aral’ın yazıyla ilişkisini konuştuk...

Romanda 12 Eylül döneminden bugüne taşınan bir aşk var. Siyasi ortam aşkı etkiler mi? Etkilerse nasıl etkiler?

Genelde aşk her şeyden bağımsız bir duygu gibi durur ve her şeyden de etkilenir. Her ortamda ve her durumda aşkın sürdüğünü görüyoruz. Büyük kanlı savaşların içinde de aşk devam ediyor. Toplumun altüst olduğu dönemlerde de devam ediyor. İnsan kalbi söz dinlemiyor bu konuda. Tabii ki bütün o yaşanan şey, ekonominin, siyasetin, toplumsal kuralların, tabuların hepsi o yaşanan aşkı etkiliyor. Benim örneğimden yola çıkarsak 12 Eylül’de yaşanamamış bir aşk var ortada. Ama kadın kahraman tarafından öncelik devrime tanınmış. Önce devrim, sonra aşk. Aslında onun çelişkisi ya da acıklı hikâyesi ne aşktan ne devrimden vazgeçememiş olması. İnsan böyledir, âşık olabilmek için, sevmek için her şeyin sütliman olmasını bekleyemez.

'GÜNLÜK HİÇ KAYBOLMAZ'

Kitapta bolca mektuplaşma ve günlük var. Sizin de böyle bir alışkanlığınız var mı?


Özellikle benim gençlik dönemimde çok fazla vardı. Ben yıllarımı mektup yazarak geçirdim. Yazmayı mektup yazarak öğrendim. Günlükler tuttum. O zaman çok yaygındı bu. Çünkü akşamları vakit geçirmek bir sorundu. Şimdiki gibi televizyon yoktu. Ya sohbet edilirdi, ya da mektup yazılırdı. Ben 30 40 sayfalık mektuplar yazardım. Sevdiklerime, sevdiğim adama... Böyle böyle yazmayı öğrendim. Bu arada çok da okuyorsunuz. Günlük hiç kaybolmaz, kaybolmayacak da.

Romanda Türk sanat müziği önemli bir yer tutuyor. Müzikle ilişkiniz nasıl?

Bu roman bir müzik okulunda geçiyor. Romanın tasarımı çok eskilere dayanıyor. 80’li yılların ortalarından itibaren ben bunu kurgulamaya başlamıştım. O zamanlarda hem bir müzik okulunda geçtiği, hem de bu Albinoni’nin Adagio’sunun fon müziği olduğunu belirlemiştim. Romanın yazılış sürecinde başka bir gelişme oldu. Benim çok yıllar önce yani 45 yıl önce işte o mektupları yazdığım dönemde sonradan evleneceğim, çocuklarımın babası olacak kişiye bir bant doldurmuştum. İfade edemediğim duyguları sanki şarkıyla ifade edecekmişim gibi müziksiz kaset doldurmuşum. O zaman Samsun Öğretmen Okulu’nda resim öğretmenliği yapıyordum. Bir atölyeye kapanıp şarkılar söylemişim. Arada konuşmalar da var. O bandı o kişiye göndermişim. Yıllar sonra o evlilik bitti. Ben o evden ayrıldım, o kaset de orada kaldı. Bir daha dinlenmedi. Çocuklar oldu. Tam 45 yıl sonra oğlumun evini İzmir’den buraya taşırken o kaseti gördüm. Acaba bunda ne var diye merak ettim. Bu arada onu dinleyebilmek için eski tip bir teyp bulmamız gerekiyordu. İnternetten oğlum buldu. Çok heyecanlandım tabii. İnsanın 45 yıl önceki sesini duyması, o sesten şarkılar dinlemesi çok etkileyici bir olaydı. Yayınevindeki arkadaşlar da çok beğendi. Kalan müziğin sahibi Hasan Saltık dinledi. 30 şarkı var bantta. 10 şarkılık bir CD yapıp onu da kitapla birlikte okura hediye etmeyi düşündük. Gelgelelim karşımıza dağ gibi bir telif sorunu çıktı. Büyük telifler. Telif sahibi kişilerle görüşüp çözme şansımız yoktu. Kitabı yayımlayacaktık. Bunu erteledik, belli bir noktadan sonra kitabı ciltli ve CD’li olarak vereceğiz... (‘Röportajı yaparken arka fonda da o kaydı dinleyebilir miyiz?’ diye soruyorum ve İnci Aral CD’yi koyuyor.)

Şahane bir sesiniz var. Herhangi bir eğitim aldınız mı?

Alaturka müzik aile içinde bir gelenektir. Bana annemden, annemin taş plaklarından kaldı. Hayatım öyle bir kanala girmedi. Elimden tutan birisi olsaydı o tarafa götüren olabilirdi. Hiçbir eğitim almadım. O kaseti doldurduğumda ilk öğretmenliğimdi. Yatılı okul. Resim iş öğretmeniyim atölyeler bana ait, anahtarlar bende. Ona sesli mektup gibi düşünmüşüm demek ki. O zaman sevgiliyiz ve bende var olan sesi duyurmak istedim. Etkili de oldu ama o evlilik hüsranla bitti. Bu müzik Doğu’nun hüznünü yansıtır. Bu hüzün bu romana sindi. Zaten ona uygundu konu, o hüznü görmeye uygundu. Bu romana çalışırken kendi bandımı dinledim sürekli.

'DUYGULARIMIZI İFADE ETMEZSEK BOĞULURUZ'

Hâlâ şarkı söyler misiniz?


Hâlâ söylüyorum arkadaş toplantılarında ama o ses yok. Caz ve blues çok severim ama Türk sanat müziğini de çok severim. Hayat sadece siyasetten, sadece inançlarımızdan ibaret değil. Herkesin içinde bir şarkı var. O şarkıyı duymak, söylemek istiyoruz. O şarkı hayatın çok değişik alanlarını kapsıyor olabilir. Bu bir bütün. Hayat böyle devam ediyor. En sert koşullarda bile... Duygularımızı ifade etmek için onları yazmak, söylemek, dile getirmek zorundayız yoksa içimizde kalır ve bizi boğar o duygular...

Sizin içinizdeki şarkı hangisi...

Benim şimdiye kadar yazdığım her şey bir şarkı söylemek gibi kabul edilebilir. Bütün yazdıklarımda ben de daha iyi bir dünyayı, daha adil bir dünyayı hayal ediyorum. Hep onun şarkısını söylediğimi düşünüyorum. Ondan da çok insan kalbine bakmaya çalıştım, insan kalbinin sesini, ritmini anlatmaya çalıştım o bir şarkı aslında.

Roman karakterlerinden Deniz, kendi duygularını yazarken “Yazmak iyileşmemi sağlayabilir mi?” diye soruyor. Siz ne düşünüyorsunuz, yazma iyileştirir mi?

Evet ben her zaman yazmayı bir terapi olarak gördüm. Terapiye gitmektense yazmayı yeğlerim. Yazmak beni iyileştirdi. Çünkü benim çok zor bir çocukluğum oldu. Çok küçük yaşta anne babamı kaybettim. Ailemiz dağıldı. Okumak ve yazmak beni hem daha iyi bir insan yaptı, daha sevgi dolu, daha vicdanlı bir insan haline getirdi. İnsanı öğrendim çünkü. Hem de doğrudan yazarak iyileştim ben. O ruhumdaki yaraları iyileştirdim.

İki ayrı karakter var, biri savaşarak devrimden yana, diğeri daha liberal. Siz hangisini kendinize daha yakın hissediyorsunuz.

Ben silaha, kana, kan akıtmaya her zaman dehşet duyarak bakmış bir insanım. Demokrasiye inanan bir insanım. Kitapta Cihan’ın dile getirdiği görüşler genelde benim görüşlerime yakın o paralelde görüşler...

Ve Cihan’ın ağzından bir eleştiri de var o dönem yaşananlara...

Tabii ama ona da şöyle bakıyorum, bir heyecanla yaşandı. Büyük yanlışlıklar, acemilikler, yanılgılar olabilir bütün o hareket içerisinde. Ama bundan daha doğal bir şey yok. Düşünün 20 22 yaşında çocuklardı bunlar. Ve karşı karşıya getirildiler. Ve yenildiler, ben onları kurban edilmiş bir kuşağın hikâyesi olarak anladım ve yazdım. Onlara eleştirel değil de anlamaya çalışarak yaklaştım. Hâlâ da saygı duyuyorum, olmadı değiştiremediler ama bunun için çaba göstermek de kutsaldı. Onun için sevgiyle yazılmıştır bu roman. Sadece hazin bir hikâye...