Alangüllü ve Ömerbeyli Köylerinin üst kesimlerinde birkaç noktadan yükselen dumanları görünce yangın var sanıp heyecanlanmış, korkmuştuk. Ortaokula gidiyorduk. 1980’li yılların başıydı.

Sonradan öğrendik ki yangın falan değilmiş bu. Meğer sıcak su buharıymış o dumanlar. Böyle günlerce aylarca yükseldi durdu gökyüzüne.

Yine o yıllardı.

Belki de buhar çıktıktan ertesi yıldı.

Öğretmenlerimiz “Bu gün ders yok çocuklar. Cumhurbaşkanını karşılamaya gideceğiz” dediğinde sevinçten havalara uçtuk. Öğrenci milleti işte; ders olmasında ne olursa olsun. MTA(Maden Tetkik Arama Enstitüsü) sondaj kuyuları açmış da, onların açılışı varmış.

Sonra bizleri minibüslere doldurup buharın çıktığı yere götürdüler. Ellerimizde Türk bayrakları Cumhurbaşkanı Kenan Evren’i beklemeye durduk.

Ardından ne Özallar, ne Demireller, ne Ecevitler geldi geçti. Ama nedense o açılışta söylenen jeotermal kaynaklı nimetler ise bir türlü ama bir türlü gerçekleşmedi. Yıl 2018, hâlâ beklemekteyiz.

Sözde, bütün evler sıcak su buharıyla ısıtılacaktı. Annelerin ablaların elleri sıcak sudan, soğuk suya değmeyecekti. Modern seralar kurulup köylünün çiftçinin cebi dolup taşacaktı. Diğer yandan termal turizm alıp başına gidecek, şehir ve ülke ekonomisine milyar dolarlık katkı sağlanacaktı vs vs…

Birkaç yıl sonra bu buhar işi unutuldu gitti. Ta ki 2000’li yıllarda Jeotermal Santralleri ortaya çıkana kadar…

Ve her şey 2007’de özel sektörün, Jeotermal Santraller kurup işletebilmesinin önünün açılması ile başladı. Bu tarihten sonra da özellikle Germencik yöresi başta olmak üzere Aydın ilinin verimli toprakları üzerine ve yerleşim yerlerinin yanı başlarına boy boy jeotermal santraller kuruldu.

İlk başta her şey güzeldi. Ümit vericiydi. Jeotermal yenilebilir bir enerjiydi çünkü. Yenilebilir enerji tanımının içerisindeydi. İnsan sağlığına doğrudan zararlı bir madde değildi. Üstelik enerjiye ihtiyacımız vardı. Nüfusu sürekli artan ve gelişmekte olan bir ülkeydik. İthalatımızın da önemli bir kısmını petrol, doğal gaz ve kömür gibi enerji ürünleri oluşturuyordu. Ve bir de üstüne üstlük evlerimiz sıcak suyla ısınacaktı. Yıllar önce müjdeledikleri gibi dekar dekar seralar kurulacak, köylümüz çiftçimiz az ekip çok kazanacak, paraya doyacaktı.

Ama öyle olmadı işte. Germencikte, Efeler’de, Sultanhisar’da ve Buharkent’te öyle olmadı. Gönen, Balçova, Afyon ve Balıkesir’de yüz binden fazla konut jeotermal ile ısınırken, Aydın il ve ilçelerinde, özellikle de bu işin en çok cefasını çeken Germencik’te bir tane bile ev jeotermal ile ısınmadı. Dekar dekar seralar kurulup köylünün-çiftçinin cebi parayla dolmadı.

Böyle olmadığı gibi; akla ziyan bir şekilde tam da birinci sınıf tarım arazilerinin, zeytinliklerin ve incir bahçelerinin üstüne kurulan bu santraller, kuruldukları yerleri heba ettiler. Çevreye ve doğaya saldıkları bilumum kimyasal içerikli atık buhar ve atık suları ile de havamızı, suyumuzu ve toprağımızı zehirlediler. Hâlâ da zehirlemektedirler.

En acısı da şudur ki; Jeotermal santrallerin standartlara uygun işletilmemesinden kaynaklı bu zararlar çıplak gözle dahi görülebilirken, buna inanmak istemeyenlerin ısrarla: “Hani bilimsel çalışma mı var? Bilimsel ispat gösterin” türünden konuşmalarıdır.

Bilimsel çalışma var tabii ki. Burada sadece Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Toprak Bölümü ve Ege Üniversitesi Nükleer Bilimler Enstitüsü’nün ortaklaşa yürüttükleri “Alangüllü (Aydın) Bölgesindeki Jeotermal Kaynakların Kimyasal Özelliklerinin ve İçerdikleri Radyoaktif Maddelerin Su Kaynakları, Tarım Toprakları ve Kültür Bitkilerine Etkilerinin Multidisipliner Yaklaşımla Saptanması Üzerine Araştırmalar” başlığı ile 2010 yılında sonuçlandırdıkları TÜBİTAK destekli araştırmayı söyleyebilirim.

Tire-Başköylülerin ve Efeler-Kızılcaköylülerin mücadelesi bundandır. AYÇEP(Aydın Çevre ve Kültür Platformu) ve GERÇED(Germencik Çevre ve Doğa Derneği) gibi kuruluşların yıllardır jeotermallerle mücadelesi de hep bundandır.

Başköylüleri tebrik ediyorum buradan. Kazandılar. Yurtlarını, topraklarını ve geleceklerini kurtardılar. Kadını-erkeği, yaşlısı-genci, muhtarı-bekçisi ve siyasileri ile birlik olup başardılar.

Darısı Kızılcaköylülerin başına.

Kızılcaköylü kadınların mücadelesi devam ediyor. Gün boyu sıcağın bağrında bağda bahçede ter döküp, ahırdaki hayvanlarına ve evdeki çocuklarına da baktıktan sonra, bir de üstüne gece yarılarına kadar çadırda nöbet tutuyorlar. Ama hâla dirençli ve güçlüler. Nöbet çadırlarına gidip ziyaret ettiğimizde gördüm bakışlarındaki kararlılığı. Haklılar çünkü. İncirleri, zeytinleri hebâ olsun istemiyorlar. Temiz hava solumak istiyorlar. Çocukları torunları sağlıklı büyüsün istiyorlar.

Hak istiyorlar, hukuk istiyorlar.

Bir de halkımızdan destek istiyorlar.

Keşke diyorum son olarak; keşke o dumanları il gördüğümüzde “Yangın var!.. Yangın var!.. diye bağırsaydık…

 

Sağlıcakla…

 

Aydınpost ANDROID'de TIKLA İNDİR!   Aydınpost APPSTORE'da TIKLA