AK Parti açısından değerlendirildiğinde söylenebilecek tek şey, bu partinin tarihi bir zafere imza attığı gerçeğidir. AK Parti’nin üç genel seçimi üst üste oyunu arttırarak kazanması, sadece Türkiye’nin demokrasi tarihine düşecek tarihi bir not değil, aynı zamanda demokrasi literatürüne de geçecek bir başarı öyküsüdür. AK Parti, 2007 seçimlerine göre beş milyon seçmenin daha desteğini yanına alarak, oyunu yüzde 50 gibi, çok partili sistemlerde elde edilmesi mümkün olmayan bir noktaya çekmeyi başarmıştır.
 
AK Parti’nin bu başarısında hiç kuşkusuz genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın büyük bir payı vardır; ancak bu başarı tek başına ona ait değildir. 2002 genel seçimlerinde AK Parti yeni ortaya çıkan bir parti olmasına rağmen iktidara yürümüştü. O yürüyüş tümüyle olmasa bile büyük ölçüde Erdoğan’ın seçmen nezdindeki sempatisine, güvenirliğine ve kredibilitesine bağlıydı. Ancak daha sonraki seçimlerde onunla birlikte partisi de rüştünü ispat etti ve Cumhuriyet tarihinin bazı alanlarda en başarılı politikalarına imza attı. AK Parti’nin başarısı bu bakımdan, bir yandan küresel bir lider olarak yükselen Erdoğan’ın karizmasına, bir yandan da onun imajına uygun bir performans sergileyen parti kadrolarının icraatlarına bağlanabilir. Seçim zaferi, seçmenin, AK Parti’nin politikalarından memnun olduğunu ve bunun devamını istediğini gösteriyor.
 
CHP açısından bakıldığında hem başarı hem de başarısızlıktan söz edebiliriz. CHP’nin 1950-2007 dönemleri arasında gerçekleşen 15 seçimdeki oy ortalaması yüzde 31.7 düzeyindedir. Bu yönüyle değerlendirildiğinde CHP’nin geleneksel oy potansiyelini bu seçimde de yakalayamadığını, dolayısıyla başarılı olamadığını söyleyebiliriz. Ancak unutmayalım ki CHP, 2000’li yıllarda oyunu yüzde 20 bandına oturtmuştur. CHP bu seçimde, son on yılda aşağıya doğru seyreden grafiğinin yönünü ilk kez yukarı çekmiştir. Kılıçdaroğlu ve ekibi partiye dört milyona yakın yeni seçmen desteğini kazandırarak oy oranını önceki seçime göre beş puan arttırmıştır. Son on yıldaki performansını dikkate aldığımızda CHP’nin Kılıçdaroğlu ve ekibiyle birlikte belli bir başarı yakaladığını söyleyebiliriz.
 
Bilindiği gibi Kılıçdaroğlu “yeni CHP” söylemiyle seçimlere girdi. Ancak bu dilin seçime yönelik bir dil mi yoksa yeni bir zihniyetin ve düşüncenin dili mi olduğunu anlamak için zamana ihtiyaç var. Kılıçdaroğlu ve ekibinin samimiyetini esas olarak seçimden sonraki tutumunda göreceğiz. Şayet Türkiye’nin demokratikleşme yönündeki adımlarına destek verir, sivil anayasa yapım sürecinde olumlu bir tutum sergilerlerse yeni söylem üzerinden rüştlerini ispat etmiş olacaklar. Bu da seçmen nezdinde karşılıksız kalmayacaktır. Kılıçdaroğlu, önümüzdeki günlerde muhaliflerin baskısı altında CHP’nin yönünü eski CHP’ye çevirirse kendi siyasi geleceğinin sonunu getireceği gibi CHP’ye yönelmiş seçmen kitlesini de yeniden kaybedecektir. Hem kendisinin, hem CHP’nin, hem de Türkiye’nin geleceği yeni siyaset dilini ısrarlı ve kararlı biçimde korumasında yattığını unutmamak gerekir.
 
eçimleri MHP açısından ise büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. MHP bir önceki seçime göre 500 bin kadar yeni seçmen kazanmasına rağmen hem oyunu hem de milletvekili sayısını düşürdü. On milyon civarındaki yeni seçmen kitlesinden MHP’ye fazla yöneliş olmadığı anlaşılıyor. MHP’nin başarısızlığını tek başına kaset olayına bağlamak doğru değildir. Şunu unutmamak gerekir ki, Türkiye’de aidiyet duygusu her tür ahlaki değerin üzerindedir. İnsanlar, ait oldukları oluşumun hayatiyeti söz konusu olduğunda her tür ahlakı değeri bir kenara rahatlıkla bırakabilmektedirler. Bu MHP seçmeni için de geçerli olan bir durum. Kaset olayı, milliyetçi seçmenin MHP etrafında kenetlenmesine yol açtı. Hatta barajın altında kalması endişesiyle CHP tabanından da MHP’ye oy kaydırdı.
 
Milliyetçi söylemde aşırı doz
 
MHP, son yıllarda siyasetini tümüyle Kürt karşıtlığı üzerine bina etmiş durumdadır. Özellikle Ege, Akdeniz ve Marmara bölgelerinde Kürt karşıtı olan seçmenin adresi MHP olmuştur. MHP’ye Kürt karşıtlığı üzerinden yöneliş, bir kısım seçmenin doğal bir tercihi olmakla birlikte esas olarak MHP tabanının bizzat bu yönde siyaset üretmesine bağlıdır. MHP kendi muhaliflerini (özellikle AK Partili adayları) Kürt olmakla, Kürtlere yakın durmakla veya Kürtlerle işbirliği içinde olmakla itham eden bir söylem geliştiriyor, bunu kulaktan kulağa fısıldıyor, siyasetini mikro düzeyde bunun üzerine bina ediyor. MHP 12 Haziran seçimlerinde de benzer bir dil kullandı. Yeni anayasa ve demokratik açılım gibi politikalar üzerinden Kürtlere ödün verileceği, bunun da ülkenin bölünmesine zemin hazırlayacağı mesajını açık biçimde seçmene verdi. Yeni anayasa projesi ve kendisiyle ilgili kaset olayını bu dil üzerinden seçmene takdim etti ve böylece barajın altından kurtuldu.
 
Unutmayalım ki MHP’nin elde ettiği tablo başarısız bir tablodur. Seçmen MHP’ye bu bağlamda bir uyarıda bulunmuştur. Kendisini barajın üzerine çıkararak Meclis’e göndermiştir, ancak tehlikeli bir kartı oynadığı mesajını da kendisine vermiştir. 
 
Kürt temsilinin aritmetiği
 
Seçim sonuçlarına BDP açısından bakıldığında hiç kuşkusuz dikkate değer bir başarıdan söz edebiliriz. Bu seçimde oyunu kendi içinde sayısal olarak en fazla arttıran parti BDP’dir. Önceki seçimde 1.8 milyon olan oyunu bir milyon arttırarak 2.8 milyona çıkardı. BDP’nin başarısında yaptığı geniş ittifakın yanı sıra, Başbakan’ın geliştirdiği seçim dilinin de etkili olduğunu söyleyebiliriz. BDP kendi çizgisinde başarılı bir performans elde etmesine rağmen Kürt seçmeninin ancak üçte birlik bir kısmının oyunu alabildiğini unutmamak gerekir. Bölgedeki 18 ilden sadece 6’sında birinci parti olmuş, bölgedeki doksan milletvekilinden ancak 30’unu alabilmiştir. Kürt seçmeninin yüzde altmış düzeyindeki bir kesimi Başbakan’ın milliyetçilik kokan söylemine rağmen hala AK Parti etrafında kümelenmiş durumda. BDP’ye yönelen seçmen, Kürt sorununun çözümünde bu partinin devre dışı bırakılmaması, sorunun çözümüne ilişkin adımların onunla birlikte atılması gerektiği mesajını vermiştir.
 
BDP’nin önümüzdeki süreçte olumlu rol oynaması için iki şeyden özenle kaçınması gerekir. Birincisi, kendisini geriye çekip Abdullah Öcalan ve örgütünü ön plana çıkarmaması ve müzakere aktörü haline getirmemesi gerekir. Bunu yapması durumunda Kürt sorununun çözümüne değil, çözümsüzlüğüne katkıda bulunmuş olacaktır. İkincisi de tüm Kürtlerin iradesine hükmetme tutumundan kaçınması gerekir. Unutmamalıdır ki, üç Kürt’ten ikisi kendi tutumunu benimsememekte, demokrasi içinde kalarak sorununu çözmeye çalışmaktadır. Bunu da büyük ölçüde AK Parti çatısı altında toplanarak yapmaya çalışmaktadır.
 
Kısaca, şayet partiler seçmenin kendilerine verdiği mesajı iyi okur ve gereğini yaparlarsa bu seçimi Türkiye için önemli bir fırsata ve hatta bir milada dönüştürebilirler. Aksi takdirde, yani her parti kendi ezberini tekrar etmeye çalışırsa hem kendilerine, hem de ülkeye yazık edeceklerdir.