Bir firmanın tanıtım kampanyası için ilk kez yönetmen koltuğuna oturan ve bir kısa film çeken Engin Altan Düzyatan çarpıcı açıklamalar yaptı.

Boğaziçi Köprüsü’ne girmek için canhıraş bir çaba gösteriyoruz. "Önümüze gelene bin tekme" şeklindeyiz çünkü Engin Altan Düzyatan’ın yetişmesi gereken bir maç söz konusu. O akşam F1 pilotları ile oynanacak dostluk maçında ünlüler kadrosunda yer alıyor ve hem düşük çenemiz, hem de röportaja geç başlamamız yüzünden maça geç kaldık, son yarım saat. İstanbul’da oturanlar iyi bilir; saat 18.00-20.00 arası yarım saatte karşıya geçmek şehre pembe kar yağması kadar imkansız.

Düzyatan’ın eli kornada, gözü aynada. Emniyet şeridinde henüz girmemiş ama eli kulağında! Yanımızdan geçen kimi arabalarla tatlı tatlı (!) atışmakta, bir yandan da burnuna dayadığım ses kayıt cihazına sorumu cevaplıyor.

Tüm bu tantanaya rağmen o meşhur ses tonu hiç değişmiyor. Tok ve sakin bir şekilde "Kardeşim yol versene" diyor mesela. Tonlaması o kadar güzel ki karşısındaki şoför kadınsa hayır demesi pek mümkün değil. Köprüye girince rahatlayıp Boğaz’ı izlemeye başlıyoruz. Tam o sırada konu kız arkadaşı Özge Özpirinçci’ye geliyor. Ortam romantik, konu romantik... Daha ne isterim!

"Özge benim hem en yakın arkadaşım hem de âşık olduğum kadın" cümlesinin sonuna da sonra Ekşi Sözlük’te adına başlık bile açılan o meşhur gülüşünü konduruveriyor: Engin Altan gülüşü! "Evet" diyor, "ben de okudum çok tatlı bir başlık olmuş."
Ne yapıp edip maça zamanında yetişmeyi başarıyoruz. Arabadan inerken "Göreceksin,
en az 40 dakika oynayacağım, kesin gol de atarım. Tezahürat yapmayı sakın unutma" diyor. Tribündeki yerime geçiyorum, maç başlıyor. Düzyatan 16 numaralı forma ile sahada. Takım arkadaşları arasında Yılmaz Erdoğan, Kerem Alışık, Ferhat Göçer, Harun Tekin gibi isimler var.

F1 pilotlarıyla kıyasıya mücadele ediyorlar. Düzyatan söylediği gibi 40 dakikaya yakın
oynuyor ama gol atamıyor. Final skoru ise 6-5. Düzyatan’ın takımı kazanıyor.

Davidoff Slim sigaraları için bir kısa film çektiniz. Bu aynı zamanda ilk yönetmenlik deneyiminiz...

Davidoff, Slim yani ince sigaralarının tanıtım kampanyası için böyle bir proje başlattı. Bana da "Bu konuda ne yapmak istersiniz? Slim konseptinin yer aldığı herhangi bir iş yapabilirsiniz" dediler. Oyuncu olarak sigaranın reklamını yapacak değildim tabii ki. Benim de aklıma uzun zamandır yapmak istediğim bir iş olan kısa film çekmek geldi. Proje sigara hakkında değil. Slim’in anlamından yola çıkarak hazırlanmış. İnce, nazik karakterlerin yer aldığı bir komedi filmi. Süresi de üç dakika.

Bu konuda ipucu vermek istemediğinizi biliyorum ama biraz da konusunu anlatmanızı istesem. Kimler bu ince karakterler?

Vampirler. Bence vampirler isterlerse çok ince ve kibar olabilirler. Film çok bilinen bir yamyam fıkrasının vampirlere uyarlanmış hali aslında. Yamyam baba ile oğlu yolda yürürken çok güzel bir kıza rastlarlar. Oğlan "Bu kızı eve götürüp yiyelim" der. Baba ise olaya bambaşka bir bakış açısı getirir. Devamını anlatmak istemiyorum çünkü yakında internette yayımlanacak, sürpriz bozulsun istemem.

"Vampirlere hep ilgiliydim, filmini çekecek yaşa yeni geldim"

Yönetmen koltuğunda olmak nasıl bir histi? Hangi noktalarda zorlandınız?


Bu işi eğlenmek için yaptım, kimseye bir şey ispatlama derdinde değilim. Bir de oyuncu olarak kamera önündeyken arkasını merak ediyorsunuz. Bir arkadaşım "Sen mutlaka yönetmenlik yapmalısın, bu deneyim oyunculuğunu değiştirecek" demişti. Haklı çıktı. Artık bir oyuncu olarak yönetmenle diyalog kurmanın önemini daha net biliyorum. Anladım ki sete aklımda şablonlar olmadan gitmeliyim, yönetmenin yönlendirmelerine daha açık olmalıyım. Tabii hazırlık aşamaları da epey zordu. 1000 figürasyon arasından 30 kişi seçildi. Oyuncular da arkadaşlarımdı. Müge Boz, Özge Özpirinçci, Ali Tank ve Ünal Silver oynadı.

Yönetmenlik yapmaya devam edecek misiniz?

Hayır. Bu filmin 20 dakikalık versiyonunu çekeceğim Büyükada’da o kadar. O film de vampirlerle ilgili olacak, büyük ihtimalle yine komedi yapacağım.

Vampirler son dönemde biraz fazla popülerler. Bu konuda bir eleştiri alacağınızı düşünüyor musunuz?

Olabilir tabii ama şu bir gerçek ki ben onlar olmadan önce de vampir hikayeleri okuyordum ve vampirlerden bahsediyordum. Biz "Bram Stoker’dan Dracula" filmi ile büyüdük. Şimdi çıkan o genç çocukların yaptıkları "Alacakaranlık" vampirlerine de benzemiyor bu bahsettiğim. Karakterler daha derin, farklı. Bana sorarsanız bence okuduğum kitaplar içindeki en romantik karakter "Ravenloft" serisindeki Strahd’dır. Vampirdir, ölüm büyücüsüdür ama asil ve romantik bir karakterdir. Yani anlayacağınız, vampirlerle hep ilgiliydim de filmini çekecek yaşa yeni geldim.

"Yakında sesimi daha az duyacaksınız"

Rahatça ayırt edilebilen bir ses tonunuz var. Şu sıralar birçok reklamı siz seslendiriyorsunuz. İnsanları bıktırmaktan çekinmiyor musunuz?


Sanırım 10 civarında markanın sesiyim. Bunlar gelen teklifler arasından seçilmiş markalar. Yani önüme gelenin sesi oluyorum gibi bir durum yok. Ama insanların bıkma ihtimalinin farkındayım, ben bile biraz sıkılmaya başladım. O yüzden bir ayarlama yapacağım, yakında sesimi daha az duymaya başlayacaksınız.

"Önce pilot olmak istedim, sonra da spor yaptım. Sıkılınca da tiyatro kolunun sınavına girdim ve başrolü kaptım"

Birçok dizi ve sinema filminde yer aldınız. Proje seçerken kriteriniz nedir? Gelen işin nesinin cezbetmesi gerekiyor?

En önemli kriterim bir önceki işi tekrarlamıyor olmak. Yer aldığım projelerin listesi de epey kalabalıktır çünkü işe ilk başladığım dönemde her şeye açlıkla saldırıyordum, ne kadar çok oynarsam o kadar ilerlerim diye. Bu arada bir dönem de Mimar Sinan Üniversitesi’nin kadrolu oyuncusu oldum. Hemen hemen tüm bitirme projelerinde oynuyordum. Yetenekli insanlara destek vermeyi önemsiyorum.

Farklı karakterleri canlandırmaktan bahsediyorsunuz ama üzerinize yapışmış bir jönlük durumu da söz konusu. Türkiye’nin yeni jönü olarak lanse ediliyorsunuz.

Maalesef Türkiye’de böyle bir şey var. Yapımcılar sizi kafalarında bir yere koymak istiyor. Kötü adamsan hep kötü adam oynayacaksın, salon erkeği oynamışsan hep öyle devam edeceksin sanıyorlar. Bunu kırmak lazım. Ben sadece jön oynarsam oyunculuk yapamam. Bu memurluk değil ki. Zaten öyle düşünüyor olsam Devlet Tiyatroları’nın sınavına girerdim. Maaşım belli olurdu, sadece sevsem de sevmesem de belli rolleri oynamak durumda kalırdım. Mesela benim en önemli rollerimden biri "Cennet" filminde canlandırdığım Can karakteriydi çünkü Can atipik psikoz hastasıydı ve zeka seviyesi normalin altındaydı. Hem yönetmenin hem de yapımcının, içimden böyle bir karakter çıkabileceğini düşünmeleri beni çok mutlu etmişti. Oyunculuk hastalık gibi. Empati yeteneğiniz o kadar gelişiyor ki, her karakteri bünyenizde barındırır hale geliyorsunuz.

Peki siz bu hastalığa yakalandığınızı ne zaman fark ettiniz?

Bayağı geç fark ettim. Önceleri pilot olmak istiyordum. Ortaokul ve lise yıllarında spor kollarında yer aldım. Yüzdüm, voleybol oynadım. Sıkılınca "Tiyatroya gireyim. Nasıl olsa aktivitelere gitmem, gezerim, kafamı dinlerim" dedim. Ama tam tersi oldu. Seçmelere girdim. Babamın diksiyonu çok düzgündür. Bana "Oğlum noktalarda tam es, virgüllerde ise yarım es ver" derdi. Elime tutuşturulan kağıttaki metni babamın söylediği gibi okuyunca da başrolü aldım. Hâlâ farkında değilim ama. Ne zaman ki oyun bitti insanlar ayakta alkışlamaya başladılar o zaman anladım. Beni hayatta hiçbir şey bu kadar mutlu edemezdi.

"Ekşi Sözlük’teki negatif yorumlar moralimi bozuyor"

"Ekşi Sözlük okuruyum ama her gece girip özellikle hakkımda ne yazmışlar diye bakmam. Bir de ben negatif yorumlarda çok çabuk etkileniyorum. Moralim bozuluyor. O yüzden mümkün olduğu kadar uzak duruyorum ama kapatılmasından yana değilim. Demokrasiye aykırı buluyorum. Devletin işi insanların internette arayacağı sayfaları denetlemek olmamalı."


"Anketlerde en yakışıklı seçilsem de bazen kendimi çirkin hissediyorum"

31 yaşındasınız. Kadınların 30 yaşından sonra biyolojik saatleri daha hızlı ilerliyor. Evlilik ve çocuk sahibi olma fikrine yöneliyorlar. Erkeklerde durum biraz farklı. 30’ların sizdeki etkisi nasıl?


Benim de biyolojik saatim daha hızlı akmaya başladı. 30 yaşını geçtikten bir hafta sonra kendimi daha olgun hissetmeye başladım. Çocukluktan sıyrıldığımı tam anlamıyla erkek olduğumu fark ettim. 30’larla birlikte insan artık ne istediğini daha net bilir hale geliyor. İşine, hayata ve karşı cinse bakış açısı değişiyor. Bende öyle oldu en azından. Çocuk ve evlilik meselesine gelince: Daha erken ama o tarafa doğru bir gidiş var. Mesela eskiden çocuklarla hiç ilgilenmezken artık onlarla vakit geçirmekten epey keyif alıyorum. Geçen yaz çocuklu bir arkadaşımın ailesi ile tatile çıktık. 3, 5 yaşında bir kızı var. Onunla vakit geçirmek harikaydı. Denize giriyoruz, omzuma alıyorum, birlikte çıkıyoruz. Çok güzel, çok cool bir durum. İnsan kendini baba gibi hissediyor. Ama bu esasında çok da gerçekçi değil. Annesi benim bu halimi görünce "Altan bu sadece fragman" demişti. Haklı da. 24 saat bir çocukla ilgilenmek, maddi manevi ona bir gelecek sunmak zorunda olmak bambaşka bir sorumluluk. Buna daha hazır değilim. 40’a kadar beklerim gibime geliyor. Ayrıca şu içinde yaşadığımız dünyaya bir çocuk getirme fikrine de sıcak bakamıyorum. Adam 15 yaşına gelince "Bana sormadan beni niye buraya getirdiniz?" derse ne cevap vereceğim?

İki yıldır Özge Özpirinçci ile birliktesiniz. Kendinizi "uzun ilişki adamı" olarak tanımlar mısınız?

Öyleyim. Özge’den önceki ilişkilerim de uzun yıllar sürdü. Bence paylaşmadan hayatın tadı çıkmıyor. Teoman’ın çok sevdiğim bir şarkı sözü vardır "Çok kadın hiç kadındır" der. Çok doğru. Ben kolay âşık olan bir adam da değilim. Aşkı tanımlayamıyorum, bilmiyorum. Hissettiğim şeyler var ama net bir tarifi yok. Bu belirsizlik de çok hoşuma gidiyor. Aşka dair klişelere de inamıyorum. "Hayatta bir kez âşık olursun", "Ulaşılmazsa bu aşktır", "Ömrü üç yıl sürer"... Bunlar bence kişiden kişiye değişen şeyler. Özge benim hem âşık olduğum kadın hem de en yakın arkadaşım. Günün belli saatlerinde iki sevgiliden çok iki arkadaş oluyoruz. Bence normali de bu, hep birbirimizi etkilemeye çalışsak işin doğallığını kaybederiz.

"Dışarı çıkmak yerine evi tercih ediyoruz"

Birlikte neler yapmaktan hoşlanıyorsunuz?


Genelde evde oluyoruz. Birlikte kahvaltı yapmak en büyük keyfimiz. Ben gazete ve kahvaltı faslını çok severim. Hatta gazeteleri okurken yemek yemeyi unuturum. Özge de son çare olarak gazeteleri saklar. Onun dışında pek dışarı çıkmıyoruz. Ben artık sabahlara kadar yüksek sesli müzik dinlemekten hoşlanmıyorum. Bir de sıkıldım galiba. Zamanında o kadar çıktım ki. Güzel bir yemek sonrasında arkadaşlarla sohbet etmek, evde DVD izlemek yeterli geliyor. Yalnız olsaydım de böyle olurdu. Daha fazla davet edilirdim ama katılmazdım. Zaten benim için gece dışarı çıkmak hiçbir zaman kadın bulmak anlamına da gelmedi. Özge olmasaydı da dışarıda kadın arıyor olmazdım yani.

"Lisedeyken okulun en güzel kızıyla sohbet ettim diye dayak yedim"

Çok beğenilen bir adamsınız. Lise ve üniversitede de popüler miydiniz?


Hep böyleydi. Okul döneminde de popülerdim. Başıma komik şeyler de gelmedi değil. Mesela öğrenciyken, Karşıyaka Lisesi’ne girer girmez bir kız beğendim. Meğer okulun en güzel kızıymış, peşinde de belalı abiler varmış. Ben kızla bir-iki sohbet ettikten sonra bu abiler beni buldu ve bir güzel dayak yedim. Sonra kızla çıkmadık ama abilerle çok yakın arkadaş olduk.

Ayna karşısında ne kadar vakit geçiriyorsunuz peki? Kendinizi yakışıklı buluyor musunuz?

Hiçbir zaman kendini beğenen bir adam olmadım. Çok beğenmem öyle kendimi. Zaman zaman kötü hissederim "Bugün de halime bak Allahım ya" diyerek evden çıktığım olur. Bu mütevazılık ya da ukalalık değil, gerçek. Anketlerde "en yakışıklı" seçilebilirim ama ben de bazen her insan gibi kendimi çok çirkin hissediyorum. Ayna karşısında da az vakit geçiririm, evden çıkmam beş dakikamı alır. Tabii ne giyeceğime karar vermişsem. Giyim konusunda biraz takıntılıyım..

Modaya meraklısınız sanırım...

İyi giyinmeyi seviyorum. Bunun insanın kendine verdiği bir değer olduğunu düşünüyorum. Marka merakım yok ama beğendiğim markalar var. Burberry bir klasiktir, Costume National diye bir İtalyan markası var, çizgisini çok beğenirim. Sonra Pull&Bear’in tişörtleri süperdir. Oraya bakmadan tişört almam. Yurtdışına çıktığımda da ikinci el mağazalara uğrarım. Özellikle Londra’dakilerde süper şeylere rastlayabiliyorsunuz.


"Yarışmaya gelip 1 milyon TL’yi aşağılayanları anlamıyorum"

Haftanın her günü "Canlı Para"yı sunuyorsunuz. Yarışmacılarla yakından ilgileniyorsunuz. Bazen sanki cevabı fısıldamak istiyorsunuz. Bazen de yarışmacı bilemeyince seviniyor gibisiniz.


Yarışmacılarla program başlamadan önce tek tek tanışıyorum. Yarışma esnasında da onlarla empati kurmaya çalışıyorum. Bazen cevaplar dilimin ucuna geliyor, karşımdakine yardım etmek istiyorum ama tabii ki yapmıyorum. Konuştukları, yaşama bakış açıları ve para duydukları ihtiyaç bu hislerimi etkiliyor. Bazen oraya çıkıp da 1 milyon TL’yi aşağılayanlar da oluyor. Onlarla empati kurmak gerçekten güç. Sanırım uzak durduklarım onlar. Madem bu para önemli değil, niye çıkıyorsun yarışmaya? Anlayamıyorum.

"Yayında dilim sürçecek diye ödüm patlıyor"

Kendinizi sunucu olarak nasıl buluyorsunuz?


Daha alışma dönemindeyim. Sunuculuk tamamen yabancı olduğum bir iş. Bu teklif ilk geldiği zaman biraz tereddüt ettim. Sonuçta hem bilmediğim bir iş hem de üzerime sunucu kimliğinin yapışma riski var. Ama "Canlı Para"nın formatı sizi serbest bırakıyor. Yani sunucu olarak belli bir karaktere bürünmem gerekmiyor. Kanal yetkilileri "İstersen masanın üzerine çık, istersen arkanı dön, öyle sun" dediler. Ama canlı yayında olmak bambaşka bir durum Minicik bir hata ile yüzlerce insanı karşınıza alabilirsiniz. Örnekleri var biliyoruz. O yüzden başlarda kendimi çok kasıyordum. Aklım çıkıyordu dilim sürçecek diye. Zamanla rahatladım. Şimdi hata yapmam insanların hoşuna bile gidiyor.

Unutamadığınız yarışmacılar var mı?

Finalde 425 bin lirayı kaybeden çifti unutamıyorum. Cevabı biliyor, ağızlarıyla söylüyorlardı. "Ama bu çok kolay, bizi kandırıyor olmalısınız" diyerek öteki şıkkı tercih ettiler. Bu esasında toplumumuzun içinde bulunduğu güvensizlik ortamını da birebir anlatıyor değil mi? Bir de şunu gözlemledim. Kimse parayı bölmeye yanaşmıyor. Para bir anda tatlı gelmeye başlıyor. Oysa bölseler kazanma şansları çok yüksek olacak. Genel anlamda yarışmacıların heyecanını paylaşmak için elimden geleni yapıyorum. Cevapları önceden öğrenmiyorum. Final sorularını da yarışmacılarla birlikte o sırada görüyorum. Böylece ortaya gerçek tepkilerim çıkıyor.