Milli Gazete'den Tolga Saçıkaralı Milli Görüş hareketinin kurucularından ve Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın yakın çalışma arkadaşlarından eski Devlet Bakanı Süleyman Arif Emre ile ölümünden önce bir röportaj gerçekleştirdi. Anılarını anlatan Emre, Erbakan Hoca’yı düşmanlarının bile takdir etmek zorunda kaldığını belirterek, “Erbakan ile ümmeti ayağa kaldırmak istiyorduk. Milli Görüş’ü de bu maksatla kurduk. Herkes bizi siyasi bir hareket zannetti ama bu davanın esas gayesi ahlaki reformdu” dedi.

Biz 60’larda İslam’ı dava edinmiş 50 milletvekili olarak bir parti kurma niyetindeydik. Bu partinin, daha doğrusu oluşumun da İslami liyakatlere sahip bir lidere ihtiyacı vardı. Osman Yüksel Serdengeçti, Hasan Aksay gibi arkadaşlar ile İslam davasına hizmet edecek bir lider arıyorduk. Bunun için ilk önce Osman Bölükbaşı ile görüştük. Bölükbaşı, ilk konuşmamızda olur demesine rağmen sonra fikir değiştirdi ve “Siz beni değil, partimin milletvekillerini istiyorsunuz. Partimi böldüğünüzde beni liderlikten indireceksiniz.” diyerek liderlikten vazgeçti. Bu olaydan sonra Prof. Dr. Osman Turan Hoca ile görüştük. Osman Hoca liderliği kabul etmişti. Sonrasında 1 sene boyunca haftalık olarak Osman Turan’ın evinde toplantılar yaptık. Ama 12 ay geçmesine rağmen daha bir adım atamamış ve teşkilatı kuramamıştık. İşleri espriyle halletmeyi seven Osman Yüksel, “Osman Hocam, bu hızla biz parti değil turşu bile kuramayacağız.” dedi. Böylece lider arayışında Osman Turan denememizde muvaffakiyet kazanamadık. Osman Hoca’dan sonra başka bir Profesör Ali Fuat Başgil ile görüştük. Ali Fuat Hoca, parti liderliğini kabul etmişti. Parti programını bile yazmaya başlamıştı ama vefat etti. Ali Fuat Başgil’in vefatı üzerine üçüncü lider denememizde de başarısız olmuştuk.

Bu olaydan sonra bir gün Ankara’da Turan Güngen Bey’in yazıhanesinde otururken içeri birisi girdi. Bu adam Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Necmettin Erbakan’dı. Daha önce Erbakan Hoca’nın “Müspet ilimler İslam’ın sayesinde ortaya çıkmıştır” konferansını kayıttan dinlemiştim. Fakat kendisini ilk defa Turan Güngen’in ofisinde gördüm. Liderlik teklifini Erbakan Hoca’ya da yapmayı düşündüm. Aradan birkaç ay geçtikten sonra hocayı Odalar ve Borsalar Birliği’ndeki makamında ziyaret ettim. Beni çok samimi şekilde karşılamıştı. Hükümetin politikalarından, Demirel’den filan konuştuk. Ardından ben esas konuşmaya gelerek, bak hocam davamızın aksiyonu yok, partisi yok, lideri yok. Gel bu davanın başına geç, bizim liderimiz ol dedim. Erbakan Hoca, “Buna ben tek başıma karar veremem. Büyüklerimle istişare etmem lazım.” dedi. Bir müddet sonra Turan Gülgen’in evinde 7 kişi toplandık. Erbakan Hoca, “İstişarelerimi bitirdim. Teklifi kabul ediyorum. Bu ümmetin bir partisi olmalı ve biz bunu kuracağız.” dedi. Ben parti programını hazırlarım dedim. Hasan Aksay da, “Ben de parti tüzüğünü yazarım.” dedi. Sonunda Cenab-ı Hak bizlere Erbakan gibi bir lideri nasip etmişti ve aradığımız tüm liderlik özelliklerini Erbakan’da bulmuştuk.

Erbakan Hoca çok liyakatli ve dindar bir insandı. Ancak beni en çok etkileyen ve şaşırtan özelliği liderlik vasfıdır. Bunun sebebi o dönemde birçok insana liderlik teklifi yaptığımız halde sadece Erbakan Hoca’nın bu yükün altından kalkabilmesi olabilir. Bunu bir misalle anlatayım: Erbakan Hoca, bize 20 il teşkilatını kurmamızı söylemiş ve Almanya’ya gitmişti. Hoca, Almanya’dayken biz bir il teşkilatını bile tamamlayamadık. Erbakan Hoca Almanya dönüşü 20 ilden hiçbirinin teşkilatlanamadığını öğrenince çok sinirlendi. Bana, “Arif Bey, sen burada kal. Ben il teşkilatlarını kurmaya gidiyorum.” dedi. Bu Türkiye’nin siyasi tarihinde görülebilecek bir olay değildir. Hiçbir genel başkan şehir şehir dolaşıp teşkilat kurmaya cesaret edemez. Düşünsenize hiç tanımadığınız bir yerde, ilk defa gördüğünüz insanlarla ortak bir siyasi harekât yapıyorsunuz. Bu çok zor bir iştir… Bu teşkilatların hepsini Erbakan Hoca 20 ili dolaşarak tek başına kurdu. O dönemde illerde kalacak otel bile yok. Erbakan Hoca birçok ilde camide yatarak bu teşkilatları kurdu. Ben bu illerden Bingöl teşkilatının kuruluşuna şahit olmuştum. Önce para ile şehirde duyuru yaptırıyorsunuz. Sonra bir salon kiralayıp orada davanızı anlatıyorsunuz. Zaten üniversitede hocalık yapmış, beş vakit namaz kılıyor, bir de Almanya görmüş deyince millet iyice Hoca’yı merak etmeye başladı. Hoca salonda konuşmaya başlayınca, arkası dönük izleyen insanlar önce Hoca’ya yüzlerini döndü. Artık herkes salonda bir saf halini almıştı. Konuşma ilerledikçe kafalar hatibi onaylar şekilde aşağı yukarı oynamaya başladı. Konuşmanın sonlarına doğru artık salon alkıştan yıkılıyordu. Program biter bitmez Erbakan Hoca çıkışa doğru koşarak kapıyı kilitledi. Ardından, ”Ey Müslümanlar bu davanın tek sahibi ben miyim? Nereye gidiyorsunuz? Alın şu üye formlarını doldurun, sonra içinizden 10 kişilik bir heyet, bir de il başkanı seçin.” diyerek il teşkilatını kurmuştu. Erbakan’ın bu liderlik vasfı benim gözümdeki en ehemmiyetli özelliğidir.

Erbakan Hoca ile bir ömrü İslam davasında beraber geçirdik. Bu sebeple çok sayıda hatıramız var. Fakat hapishane günlerimizin o hatıralar içinde başka bir yeri vardır. Mesela 12 Eylül’de birçok çalışma arkadaşlarımızla birlikte hapse atılmıştık. Herkesin üzerinde bir korku, bir üzüntü vardı. Erbakan Hoca bu duruma kızarak, “Ne üzülüyorsunuz? Allah’ın izni ile yakında çıkarız, hem hep birlikteyiz. Üzüntüye kapılmayın ve moralinizi bozmayın.” diyerek bizi yatıştırmıştı. Bu olay üzerine bizim arkadaşların sakin halini gören Alparslan Türkeş, Erbakan Hoca’ya, “Yahu hocam bizim arkadaşlar çok tedirgin. Sizinkiler çok sakin duruyor. Allah aşkına arkadaşlarla ne konuştuysan, arkadaşlara ne okuduysan bizimkilerle de bir konuşsan, moral versen, bize de dua etsen olmaz mı?” demişti. Hoca’nın bu dik duruşu o zor günlerde bizi hapishanede diri tutmuştu. Bu unutmayacağım anlardan biridir. Bir de o günlerde hapishaneyi medrese gibi kullanıyorduk. Eski Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan imam, Şevket Kazan müezzin olmuştu. Cemaatle namaz kılıyorduk. Lütfi Doğan’dan hadis, Tahir Büyükkörükçü Hoca’dan Farsça derler alıyorduk. O günlerin hatırı hakikaten bir başkadır.

Biz kutlu bir davanın mensuplarıyız. Bu sebeple, hiç kimseyi şahsi olarak kırdığımı veya üzdüğümü hatırlamıyorum. Ancak davanın selameti için bazı arkadaşlarımızı kırmış olabiliriz. Mesela bir örnek ile anlatmak gerekirse, partide kâtiplik yapan bir arkadaşımız vardı. Bu kardeşimiz iyi niyetli olmasına rağmen biraz kabiliyetsizdi. İşlerin yürüyüşünü yavaşlatıyordu. Erbakan Hocam arkadaşımızı kırmak istemediğinden işine bir türlü son vermemişti. Ben de olaya müdahale etmek zorunda kaldım ve arkadaşı görevden aldım. Çünkü bu dava şahısların değil, ümmetin davasıydı. Bunun gibi sebeplerle kırdığım arkadaşlar varsa haklarını helal etsinler. Benim ise şahsen hiç kimseye kırgınlığım veya dargınlığım yoktur.

Erbakan Hoca çok sistemli birisiydi. Her dakikası programlı, her işi planlıydı. Zamanı kullanmasını çok iyi bilir, hiç zaman israfı yapmazdı. Zaten hafızası kuvvetli olduğundan diğer yazarlardan çok daha kısa sürede eser telif edebiliyordu. Yoğun bir programla çalıştığından, kitaplarının çoğunu uykuya ayırdığı zamandan feragat ederek kaleme almıştır.

İslam dünyası ve Milli Görüşçüler şunu çok iyi bilmeli ki, bizim davamızın temelinde, “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” hadis-i şerifi yatar. Herkes Milli Görüş’ün esas hedefini ağır ve milli sanayinin inşası zanneder ama bu davanın esas gayesi ahlaki reform yapmaktır. Öz değerlerinden kopmuş, tam bağımsızlığını hakkıyla sağlayamamış bir nesil, ancak ahlaki bir eğitimle düzeltilebilir. Bu da ancak ülkede planlı şekilde yapılacak bir ahlak reformuyla mümkündür. Bunu Profesör Snellman Finlandiya’da başarmıştı. Finlandiya, yaptığı ahlak reformu sayesinde ayakta kalabilmişti. Biz de 1979’da bu ahlak reformunu beş yıllık 4. kalkınma planında hükümet planına koymuştuk. O dönem ben maliyeye bakıyordum. Erbakan Hocam, “Arif Bey maddi hizmetlerin bütçesini azaltalım, manevi hizmetlerin bütçesini artıralım.” dedi. Fakat ahlak reformuna Süleyman Demirel karşı çıkıyordu. Demirel, “Ahlak reformu anayasaya aykırıdır.” diyerek engel olmaya çalıştı. Ben de anayasanın 5. maddesini açtım, okudum. Beşinci madde, “Devletin görevi, ferdin maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.” diyor. Bunun üzerine Demirel, “Anayasada olabilir ama hükümet programında yok.” diyerek başka bir engel çıkardı. Biz Demirel’in böyle yapacağını daha önceden bildiğimiz için ahlak reformunu hükümet programına da koymuştuk. O maddeyi de açıp okuyunca kabul etmek mecburiyetinde kalmıştı. Ancak sonrasında yapılan darbe, bütün planlarımızı altüst etti. Zaten biz hep koalisyon hükümetlerinde yer aldık. Tek başımıza iktidar olabilseydik olay çok başka olurdu. Velhasıl, İslam camiası ve özellikle genç Müslümanlar, önce ülkede sonra da bütün dünyada büyük bir ahlak reformu yaparak insanların ahlaki eğitimini sağlamalıdır. Mücahitler bu hedefe ulaşmak için çalışsınlar. Yorulmadan bu hedefe koşsunlar.