Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, henüz 17 yaşındayken en yakın arkadaşıyla pamuk tarlasında yaşadığı ilk yol ayrımını Radikal'e anlattı.

“Yaşım 17. Bir gün arkadaşım Sait geldi. "Osman ben saflara katılacağım, senin de gelmeni istiyorum" dedi. Bir ağacın altında ona bakıyorum. Tek ses çıkmıyor.”

Osman Baydemir, sadece Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi"nin en popüler başkanlarından ya da Kürt politikasının bölgedeki önemli aktörlerinden biri değil. Onun adı, sıradan insanların bile sokağa çıkmaktan ürktüğü, satır cinayetlerinin, faili meçhullerin zirve yaptığı 1990"ların başında, "kelleyi koltuğa alarak" yürüttüğü insan hakları mücadelesiyle de biliniyor.

Ama Baydemir"i kimi zaman devletin kimi zaman birlikte politika yaptığı arkadaşlarının hedef tahtasına oturtan söylemlerinin arkasında nasıl bir yaşam öyküsü yattığından kaç kişi haberdar?

Neredeyse Türkçeyi aksansız konuşan bu adamın, yedi yaşına kadar sadece Kürtçe bildiğini? Yaşıtlarının özgürlüğü dağlarda aradığı ilkgençlik yıllarında, "düz ovada" özgürleşme çabalarını? Okul yolunda defalarca kurulan pusulara rağmen, her sabah onu yatağından kaldırıp üniversiteye taşıyan saikleri? Hayallerinin peşinden yürümesinin önüne engel olan, tehditleri, zorbalıkları? Çocuklarıyla ilişkilerinde başarılarını, yenilgilerini, korkularını, endişelerini, onu ağlatan olay ve insanları?

İlk kez anlatıyor Osman Baydemir, bir yanıyla bu ülkede yaşayan tüm Kürtlere benzeyen ama pek çok yerde sıra dışı olan hayat öyküsünü ilk kez bu kadar kalbini açarak anlattı. Baydemir, saatlerce süren söyleşi sırasında tek kelime bile politika konuşmadı. Lakin onun öyküsü, bizzat bölgede hayatın içine nakşeden politikanın billurlaşmış halinden başka bir şey değildi:

“Büyüdükçe bir tercihte bulunma zorunluluğu yavaş yavaş önümüze gelmeye başlamıştı. Ovada mı kalacağız, dağa mı çıkacağız? 1987-1988 yıllarında yol ayrımına gelmiştim artık. Yarım günüm okulda geçiyorsa, yarım günüm de tarladaydı. Kendi arazimizde pamuk ekiyorduk. Kazanılan ancak yetiyordu. İki annem, 10 kardeşim vardı. Bir gün çok sevdiğim arkadaşım Sait geldi. Birkaç gün bizde kaldı.

Havadaki helikopter

Ayrılacağı gün "Osman ben saflara katılacağım, senin de gelmeni istiyorum" dedi. Saflardan kastı, dağa çıkmaktı. Onun sorusunu ben en az bir saat yüreğimde ve beynimde yanıtlamaya çalıştım. Ona bakıyorum ama konuşmuyorum. O da konuşmuyor. Tek ses çıkmıyor aramızda. Bir ağacın altında oturmuşuz. "Kalmalı mıyım, gitmeli miyim? Kalınırsa ne olur, gidilirse ne olur?" bunlara yanıt arıyorum. Yaşım 17. Pamuk tarlasında müthiş bir nem var. İşin içinden çıkamadım.

"Sait" dedim, "niye?" O sırada tepemizden helikopter geçiyordu. Sait, o helikopteri parmağıyla işaret etti ve "işte bunun yüzünden" diye cevapladı. Ben kendimce gitmenin doğru olmadığını, okuyup halkımıza hizmet edebileceğimizi anlatmaya çalıştım. Sait ise gitmek ve devrimi gerçekleştirmek gerektiği konusunda beni ikna etmeye çalıştı. Ne ben Sait"i, ne de Sait beni ikna edebildi. Sait gitti, ben kaldım. İlk yol ayrımı, tercih dediğimiz meseleyi ben 1987"de yaşadım. Ama benim için büyük bir travmaydı. En yakın arkadaşım, kardeşim gibi bildiğim birisini reddettim ama onun fikrini de çürütemedim. Birbirimizi öptük ve ayrıldık.

"İkimiz de haklıydık"

Sonra aradan yıllar geçti. Sanırım iki yıl önceydi. Sait bir akrabasıyla bana haber göndermiş. Demiş ki, "Git Osman"a söyle, haklıydı bana hayır derken. Ama Osman bilsin ki, ben de haklıydım." Yani ikimiz de haklıydık. Bunu duyunca, halen yaşıyor oluşuna çok sevindim. Ama birbirimiz üzerinde derin bir iz bıraktığımızı da beni unutmamasından anladım.

1990 ile 1994 arası ülke açısından korkunç yıllardı. Diyarbakır açısından ise ateşin düştüğü yeri yaktığı yıllardı. 1991"de Vedat Aydın"ın katliyle birlikte faili meçhul cinayetler başladı. Her gün sekiz, dokuz insan öldürülüyordu. Birileri geliyor, arkadan yaklaşıyor ve kafasına kurşunu sıkarak öldürüyordu. Üniversite yıllarımdı o yıllar. 1997 yılına kadar her sabah evden çıktığımda annemin gözleri buğulanıyordu. Bu çocuk gidecek ve geri gelmeyecek. Bütün anneler ve eşler yaşadı o günlerde bu duyguyu. Eve dönemeyen insanlar oldu.

Benim için Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve üniversite ortamı bambaşka bir dünyaydı. Köyde doğmuşum, köyde okumuşum, köy toplumunun bütün karakteristik özelliklerini üzerimde taşıyorum. Bir söz söylediğim zaman kesinlikle arkasında duruyorum. Bu nedenle polisten çok dayak yedim. Kaçmayı bilmiyordum.

Kılpayı kurtuluş

1993"ün sonunda üniversite son sınıftaydım. Finaller dönemiydi. SSK binasının önünden üç arkadaşla birlikte eve gidiyordum. Üç kişi tam arada bizi sıkıştırdı. İkisi subay tıraşlıydı. Diğeri ise simasından, renginden, şivesinden anladığımız kadarıyla itirafçıydı. Silah çektiler. Silahın tetiğinin düşme sesini duydum. Ama tutukluk yaptı, patlamadı. Patlasaydı hakikaten burada olmayacaktım.

Tesadüf mü kader mi?

Bilmiyorum bu da bir tesadüf mü, yoksa kader miydi? Ben ve Sami, hızla yan taraftaki markete girdik. Sami"nin üzerindeki tişörtü çıkartıp giydim ve marketten büyük bir ekmek bıçağı alarak dışarı fırladım. Gençliğin verdiği gözüpeklik ve toyluk işte. Sami bizim grup içinde en tanınan politik karakterdi. Sami"nin tişörtünü giymemin nedeni buydu. Ona gelmesin, bana gelsin.

Bıçakla peşine düştüm Bıçakla koşarak adamın peşine düştüm. Ama yakalayamadım. İyi ki de yakalayamamışım. Silahlı adama karşı bıçaklı bir genç, ne yapabilirdi ki? Olayın ardından Sami, ben, Adnan, Siraç ve bir grup arkadaşımız tartıştık. Herkes büyük bir travma yaşamış. Bir an önce kenti terk edip İzmir"e gitmeye karar verdik.

Sami"nin babası İzmir"deydi. İlk defa Diyarbakır sınırlarının dışına o zaman çıktım. Üniversite son sınıfta, Diyarbakır"dan çıkmanın garip bir heyecanı var içimde. İlk defa denizi orada gördüm. Uçsuz bucaksız bir suydu; güven vermedi bana. Denizin kenarında çadır kurduk. Krem sürmeyi falan da bilmiyoruz, yandık; amele yanığı dedikleri cinsten.

İzmir"de yeni karar

İzmir bizi yeni bir tercihe zorladı. Kimi arkadaşlarımız dağa çıkmamız gerektiğini savundu. Kimi arkadaşlarımız okulu da bırakmak, İzmir"de kalmak yanlısıydı. Ben son güne kadar herhangi bir yorum yapmadım. Arkadaşlarım bana ne düşündüğümü sordular son gün. Ben, "İzmir"de kalmam, çürük domates satmam" diye cevapladım. İzmir"de kalırsak ne yapacağız başka? Herkesin zoruna gitti bu cevabım. "Diyarbakır"a gidiyoruz. Okula dönüyoruz, sınavlara giriyoruz. Vururlarsa da vursunlar" diye bitirdim. Diyarbakır"a döndük. Abimle konuştuk. Külüstür bir traktörümüz vardı. Abimler onu sattı, bir araba bir de tabanca satın aldı. Her sabah arkadaşlarımla beni okula götürdüler. Her akşam finaller bitinceye dek alıp eve getiriyorlardı.

Nihayet diplomamı aldım. Avukatlık stajına başlayacağım. Ailenin benimle ilgili kaygısı var. Okulu bitirdi, staja başlayacak ama ortam çok kötü; dağa gider mi? Gitmeyi düşünüyorsa nasıl engelleriz? Aralarında tartışıp sonunda benim başımı bağlamaya, yani evlendirmeye karar vermişler. Evlendirecekleri kişi de akrabamın kızı. Beni ikna etmek için uğraşmaya başladılar. Birkaç hafta sürdü bu konuşmalar.

Aileyle evlilik anlaşması

Sonunda şöyle dedim: Ben dağa gitmeyeceğim. Ama siz de evlilik kararını kaldırın.

Bir nevi centilmenlik anlaşması yaptım aile meclisiyle. Ardından avukatlık stajına başladım, hem de çok iyi bir yerde; Hüsniye ablanın (Hüsniye Ölmez) yanında. Pek çok olaydan geçmiş, çok şey yaşamış değerli bir insandı. Onun da bana çok öğütleri oldu. Benim kafamda liseli yıllarım, yaşadıklarım, arkadaşlarım, onlara nasıl yararlı olabileceğim düşüncesi vardı.

"Dağda çok arkadaşım öldü bazıları da halen hapiste"

O yıllardan bir arkadaşımı hatırlıyorum, Mirza"ydı adı. Serhad bölgesindendi. Pırlanta gibiydi. Hayatım boyunca o kadar temiz, dürüst, yakışıklı bir kişi daha tanımadım. 1992"de dağa çıktı, bir yıl sonra yaşamını yitirdiği haberini aldık. Onun adını 1995"te doğan yeğenime verdim.

Diplomasiden dağa

Çok zeki başka bir arkadaşım Yaşar Aslan"dı. Sınıf arkadaşımdı. Uluslararası İlişkiler diye bir dersimiz vardı. O derste özellikle çok başarılıydı. Yaşar da dağa çıktı. Daha sonra yakalandı ve idam cezasına çarptırıldı. Şimdi Sincan F Twipi Cezaevi"nde. Bunlar gibi yaşamını yitirmiş, cezaevine düşmüş çok arkadaşım var.

Yaptığım vicdansızlık mı?

Benim staj yaparken içinde olduğum vicdani muhasebe tam da buydu. Onlar ölmüş, hapse düşmüş, bense avukatlık yapıp para kazanacağım. Bu bana vicdansızlık gibi geliyordu. Yanında staj yaptığım Hüsniye ablanın bir üst katında İnsan Hakları Derneği (İHD) vardı. Oranın yöneticileri zaman zaman Hüsniye ablanın yanına çay içmeye geliyorlardı. Bazı İHD yöneticileri de firardaydı. 1995 yılının eylül ayıydı. İHD"den üç kişi geldi. Birisi şube başkanıydı. Hüsniye ablaya yönetime girmeyi teklif ettiler. Hüsniye abla da nazik bir dille reddetti. Bu sefer beni sordular. Hüsniye abla "O benim stajyerim. Avukat olacak, bir süreye daha ihtiyacı var" dedi. Beni çocuk görüyor ve korumak istiyordu. Ama içimde vicdani muhasebe var. Bir şeyler yapmam lazım. O konuşma bittikten sonra üst kata çıktım. İHD"den içeri girdim. Kapıdan girdiğimde bir kadın oturuyordu, beni görünce ayağa kalktı, üzerime atlayıp boynuma sarıldı.

İHD"ye üye olduğum an

İlk kez İHD"ye ayak basıyorum. Durdum bir an, bir iki adım uzaklaştım, baktım kadın Kürtçe konuşarak ağlıyor. "Oğluma ne kadar benziyorsun" diyordu bana. Oğlu gözaltında kayıp, içeri giriyorum ve beni oğlu sanıyor bir an. O annenin bana sarılması, ağlaması, beni çok derinden etkiledi. İHD"ye o an üye oldum. (Radikal)