Bizim dilimizde ‘yüzü kızarma’ kavramı vardır. Bir insan ha onu yitirmiş ha toplumdaki yerini kaybetmiş, arasında hiçbir fark yoktur.

Her ne kadar bu coğrafyada doğruluk, dürüstlük, iyilik etmek gibi erdemleri tam uygulayanlar toplumda tutunamasa da bu tür insani erdemlere hile karıştıranlar, besmele yerine yalan söyleyenler baş tacı edilse de ona rağmen utanma duygusu bizim toplum hayatımızda ve kültürümüzde yerini koruyan en başta gelen değerdir.

Halen daha içinde kötülük ve ahlaksızlık barındıranlar tanındıkları mahallede, kasabada bu duygularını dışa vurmaktan çekinir.

Anadolu Aleviliğinde toplumda iyi karşılamayacak bir fiili işleyenleri dışlanmak anlamına gelen ve halen varlığını sürdüren ‘düşkün’ ilan etme geleneği vardır.

Utanma kavramı sadece suça meyletme ya da işlemede değil hayatın her alanında halen bizi yöneten bir duygudur.

Yalan söylemekten, komşuya zarar vermekten, hile yapmaktan, birilerini dolandırmaktan, ödünç alıp vermemekten yüzü kızaran çoğunluktadır.

İş, öğrenim ve çalışma hayatımıza biraz da ailemize, eşimize dostumuza mahcup olmamak onların yüzünü kızartmamak için özen gösteririz.

Eskiden 1950’lili yıllarda yoksul Anadolu İnsanı yazlık, kışlık yiyeceğini ve gerekli parayı temin etmek için gurbete çalışmaya gider ve bu vesileyle tasarruf etmeyi de öğrenirdi.

1960’lardan sonra Anadolu insanının gurbet coğrafyasına başta Almanya Avrupa Ülkeleri de eklendi.

Her iki halde de insanlar kendilerini tanıyanları utandırmamak adına birikim yapmak için gerek yurt içinde çalıştıkları yerlerin gerek yurt dışında ülkelerin hayat standardı altında bir yaşama katlanarak ailelerinden ayrı gece gündüz çalışmak zorunda kaldılar.

Ayrıca spor müsabakalarında kendilerinden beklenen başarıyı göstermek için sporcuların olağanüstü bir gayretle çalıştıkları bilinen bir gerçektir.

Velhasıl utanma duygusu bizim kültürümüzde topluma uyumda, bireysel başarıda ve toplum düzeninin sağlanmasında temel dinamiklerden biridir.

Ancak utanma ve yüzü kızarmada asıl yozlaşma siyaset alanında oldu.

Normal şartlarda insanların sorunlarına çare bulmak için yapılan siyaset oy için yapılan ve her türlü yalanın geçerli olduğu kişisel hırsların meşgale alanı oldu.

Başka bir deyişle ‘siyaset doğruluk pazarında yalan pazarlamakla’ eş değer hale geldi.

Bunun da temelinde içinde yalanın da olduğu toplumdaki her türlü eylemi propaganda aracı olarak görme geleneği yatıyor.

O nedenle günümüzde yüzü kızarma kavramı değerini kaybedince yerine konan yalan ne yazık ki, siyasetin ana malzemesi oldu.

Üstelik siyasi propaganda kapsamında görüldüğü için yalan hiç kimse tarafından da yadırganmaz.

O bakımdan bizdeki politikacılar bir önceki seçimde verdikleri sözlerin hiç birini yerine getirmeseler bile tekrar seçmen karşısına çıkmada yüzleri kızarmaz.

Bazen bir gün önce söylediklerinin bir gün sonra tersini savunmada da yüzlerinde bir utanç emaresi görünmez.

Kendi sorumluluk alanında olup da yapmadıklarını çekinmeden rakiplerinin üzerine de atabilirler.

Hatta seçimden önce yemin billâh yapacakları ya da yapmayacakları sözünü verdiklerinin tam tersini yapmakta bir sakınca görmezler.

İtalyan yazar Carlo Collodi’nin 1881 yılında kaleme aldığı aynı adlı eserin ana karakteri olan Pinokyo’nun her yalanında burnu bilindiği üzere biraz daha büyür.

Pinokyo masal değil de gerçek olsaydı ve her yalan burnunu bir milim bile büyütseydi günümüzde pek çok önemli isim araçlara sığmaz hale gelirdi.

Yapılan her kötü iş milimetrik bir siyah iz bıraksaydı, ABD’deki siyahîler oranında bir toplum kesitine bizde de rastlanırdı.(Fehmi Koru,29.08.2021)

Tabi bizde minareyi çalan kılıfını da önceden hazırlar, başarısızlığı ya rakibe yükler ya da Ankara’nın üzerine atar.

Ama bazen bahanelerden vatandaş karşısında hiçbirinin tutmadığı da olur.

Bizim büyüklerimizden dinlediğimiz bir rivayete göre çok partili seçimlerin ilki 1950’lerde seçim propagandasının ana gündemi köylerin, kasabaların, yol, su, elektrik, köprü gibi altyapı eksiklikleriydi.

1950 seçimlerinde Demokrat Parti’den milletvekili seçilen Şevki Hasırcı’nın bir seçim öncesi propaganda için yolu Bozdoğan’ın Alamut Köyüne düşer.

Orman Köyü olması nedeniyle halkın geçim kaynağı odun, kereste gibi orman ürünleridir ancak bu pek kolay olmaz, çünkü ormancı köylüye göz açtırmamaktadır.

Öncesinde bu durumun istihbaratını alan Şevki Hasırcı vatandaşın damarına göre şerbet verir ve “seçimleri kazandığımız takdirde orman köylüye serbest olacak”,der.

DP seçimleri kazanır ama aradan da hayli zaman da geçmesine rağmen orman yasağında değişen bir şey olmaz, hatta ormana girişler daha da sıkılaşır.

Ormancıdan şikâyetin tavan yaptığı bir sırada bir köylü Ağa’ya milletvekili Şevki Hasırcı’nın köy girişindeki tandır lokantasına yemeğe geldiği haberini verir.

Veli Ağa işi kaydı bırakır, lokantanın yolunu tutar.

Şevki Hasırcı ve beraberindekiler Veli Ağa’ya hürmet ve saygıda kusur etmezler, başköşeye oturturlar.

Sohbet devam ederken Veli Ağa bir boşluğunu yakalar:”Hasırcı siz iktidara geldiğinizde hani orman köylüye serbest olacaktı, ne oldu o iş,” der.

Hasırcı da:”Ağam sözümüzü unutmuş değiliz ancak şu Dış İşleri’nden bir türlü sıra gelmedi ki, o işi halledelim.

Hiç şüphen olmasın, en kısa sürede onu da hal yoluna koyacağız,” yanıtını verir.

Köylüye karşı ormancı tarafından karizması çizilen Veli Ağa tatmin edici yanıt alamayınca öfkeyle: “Hasırcı sizin… içinizi de… dışınızı da…” diyerek sinkaflı küfrü basar.

Ama yalan konusunda değişen bir şey de olmaz.

Hele bu günkülerin eline Büyük Yalan Teorisi’nin mucidi Joseph Goebbels bile su dökemez.