Verdiği emeğin karşılığını devletten alamayan fedakâr öğretmenlerimizin “24 Kasım Öğretmenler Gününü” kutluyorum. 

Cumhuriyetin ilk dönem yöneticileri öğretmene bilgisiyle, sosyal yaşantısıyla, giyim ve yaşam tarzıyla inkılâpların hem temsilcisi hem de öğreticisi olma misyonu yüklemişti.

Onların hayal ettiği idealist öğretmen bir yandan genç kuşakları yeni politikalar doğrultusunda yetiştirirken diğer yandan da milleti dogmaların esaretinden kurtaracak böylece hurafeler yerini pozitivist düşünceye bırakacaktı.

Öncülük edecek okul da1940 yılında açılan ancak İkinci Dünya Savaşı’nın galibi Komünist Rusya rejimine Anadolu’da taban oluşturacağı korkusuyla kapatılan Köy Enstitüleriydi.

Köy Enstitüleri Genç Türkiye’nin ekonomik, kültürel ve sosyal gelişmesine olumlu yansımaları olacak en ileri eğitim ve “öğretmen yetiştirme” projesiydi.

Bu gün dahi her görüşten bu eğitim kurumu kapatılacağına ders programı revize edilmek kaydıyla varlığını devam ettirseydi diyen insanların sayısı bir hayli fazladır

Köy Enstitüleri’nin dönüştüğü Öğretmen Okulları da kısmen de olsa gönüllü idealist öğretmen yetiştirmeye devam etti.

Günümüz gibi bilgiye ulaşırlığın kolay olmadığı 1950’li yıllarda bilginin tek kaynağı konumundaki öğretmen gençliğin idolüydü ve öğretmenlik de gözde, saygın bir meslekti.

Ta ki 1960 İhtilalına kadar.

İhtilalı gerçekleştirenler öğretmenlik mesleğine büyük zararı dokunacak bir yanlışa imza attılar ve öğretmene İhtilalın meşruiyetini millete anlatma görevi verdiler.

Çoğunluğun karşı olduğu ihtilalı savunmak, vatandaşı kahvelerde ve köy odalarında metazori toplamak, aksi hareket edenleri jandarmaya ihbar etmek öğretmenle sağcı iktidarların arasını açtı.

Bunun sonucunda solcu öğretmenler Türkiye Öğretmenler Sendikası(TÖS) çatısı altında örgütlendiler.

Her olayın değişmez kuralı etki tepkiyi doğurdu ve sağcı öğretmenleri örgütlemeye yönelik Ülkücü Öğretim Üyeleri ve Öğretmenler Derneği(Ülkü-Bir) kuruldu.

Artık sağcı ve solcu olarak iki kampa bölünen öğretmen milletin gözündeki o eski itibar ve saygınlığından çok şey kaybetti.

Bunda 1970’yıllardaki hızlı eğitimin de etkisi olduğu bir gerçektir. O günleri yaşayanlar hatırlar, zamanın siyasetçileri hızlı öğretimin mimarı CHP iktidarını eleştirirken “bu kadar kısa sürede kabak yetişmez” esprisini yapmışlardı.

1980 sonrası öğretmen yetiştirme yetkisi seviyeyi yükseltmek adına Eğitim Fakültelerine verildi.

Bu yetkinin Eğitim Fakültelerine geçmesi öğretmenliği işsizliğe karşı tercih edilen bir meslek haline getirdi ve bir avuç idealist dışarıda tutmak gerekirse değişiklik eğitimdeki idealizm döneminin de sonu oldu.

Öğretmen konusunda daha büyük yanlışı yapan da ayrım gözetmeksizin bütün üniversite mezunlarına öğretmenlik hakkı tanımakla Mehmet Sağlam(DYP) oldu.

Günümüzde ise öğretmenlik mesleği ardı arkası kesilmeyen yanlışlarla daha da sıradan hale gelmiş bulunuyor.

Sendikalar güya öğretmenlerin taleplerini hükümete ulaştırmak, siyasi iktidarlara karşı özlük haklarını savunmak için kurulmuştu.

İlk başta kim kestirebilirdi ki sayıları onları bulan sendikadan birinin öz evlat diğerlerinin üvey evlat muamelesi görecek olmasıyla öğretmeni daha da zayıf düşüreceğini?

Bir yanda kadrolu öğretmenlerin karşı karşıya oldukları maddi yetersizliğin yol açtığı zorluklar diğer yanda ücretli öğretmenlerin içinde bulundukları belirsizlikler…

Fazla değil on yıl önce göreve yeni başlayan bir öğretmenin aldığı maaş bir asgari ücretlinin üç katı iken bu gün iki katın altına inmiştir.

Güya öğretmen sendikalı…

Bu hayat şartlarında bakımı gerektiren bir çocuğu olan ya da bir çocuğu Üniversitede okuyan karı koca çalışan bir öğretmen evi de olsa bu maaşla geçinmede zorlanır.

Bu maddi sıkıntının yanında bu gün öğretmen sınıfta da huzurlu değildir. Yaptığı yaramazlıkla diğer çocukların öğrenim hakkını engelleyen çocuğa karşı öğretmenin bu sistemde yapacağı pek bir şey yoktur.

Çünkü velisi tarafından çocuğa mobbing uyguladığı gerekçesiyle her an savcılığa ya da valiliğe öğretmen şikâyet edilebilir.

Geçmişte örnekleri yaşandığı gibi öğretmen öğrenciden yediği dayak sonucu yönetici ile birlikte sürgüne gidebilir.

Bütün bu politikasızlığın Milli Eğitimi getirdiği nokta bakanlığın kendi araştırmasına göre çocukların yüzde 66’nın okuduğunu anlamaktan, dört işlemi yapmaktan habersiz olmasıdır.

Bu sonuçta öğretmeni etkisizleştirmenin, itibarsızlaştırmanın, şikâyetler karşısında sahipsizlikten kaynaklı gölgesinden korkar hale gelmesinin etkisi olduğu bir gerçektir.

Yanlışları düzeltmenin yolu da:

BİR: Öğretmeni Milli Eğitimdeki aksayan yönleri düzeltecek en birinci faktör olarak kabul etmekten, bu güveni ona vermekten,

İKİ: Öğretmeni şımarık çocuğa ve gösteriş meraklısı veliye karşı sınıfta güçlü kılmaktan, şerlerine karşı korumaktan,

ÜÇ: Okullara öğretmenin bilgisine, tecrübesine, kişiliğine saygı duyacak, yönetim becerisi yüksek ehliyet ve liyakatte yöneticiler atamaktan,

DÖRT: Çalışanı ödüllendiren, kaytaranı, göz boyayanı cezalandıran bir düzeni sürekli kılmaktan,

BEŞ Sendika kayırmacılığına son vererek bütün sendikalara eşit davranmaktan, aralarında ayrım gözetmemekten

ALTI: Yöneticilerin öğretmene güven duyduğunu hissettirmelerinin de ötesinde davranışlarıyla eyleme dönüştürmesinden,

YEDİ: Öğretmenin emeğinin hakkını vermekten,

SEKİZ: Düşünceleri hakkında önyargıları bir yana bırakarak öğretmeni sadece performansıyla değerlendirmekten,

DOKUZ: Öğretmeni anlamaktan, derdine ilaç olmaya çalışmaktan,

ON: İyi gününde, kötü gününde onunla birlikte olmaktan geçer.

İşte o zaman her gün öğretmen için bayramdır.

Yoksa bu şartlarda bayram gelmiş neyine?