Türkiye’de yaşayan Müslümanların (Kürt meselesine seyirci kalan Müslümanlar), İslami cemaatlerinin çoğunun (Mazlum-Der gibi dernekler ve bireysel anlamda birçok aydın bunun dışında) Kürt meselesi ile utanç dolu mazisi sebebiyle son zamanlarda nedamet getirmeye başlamaları dikkate şayan bir durum. Bu vicdanlarda fersah fersah gedikler açan karanlık geçmişin cürümlerinin arşivini çıkarmak, haliyle bu yazının sınırlarının da, niyetinin de dışında bir konu. 
Nüfusun neredeyse tamamının Müslüman olduğu ve muhafazakâr bir yaşam biçimine sahip Kürtlerin bir asrı aşkın süren ulusal taleplerine ve gasp edilmiş haklarına bugün bigâne kalmak, asgari düzeyde de olsa meseleyi demokrasinin iyi niyetine başvurmadan, hiç olmazsa mozaik teşbihinin yalancı güzelliğine sığınmadan konuşmanın yadırgandığı bir süreçteyiz. Bu çok geç çark eden algının nispeten Kürtler lehine dümen kırması, İslami camiada da karşılık buldu. Yıllardır çok korunaklı yurt ve evlerinde, sıcak bir çay sohbetinin arifesinde dünyanın abdestli tüm noktalarından (Kürtler dahil değil) zulüm hikayeleri derleyip, ney sesi eşliğinde radyo ve televizyonlarında Müslümanlar için adalet, insanlık için de “Huzur İslamda” talebinde bulunan İslam’ın boy verdiği, serpildiği bu mekanlarda Kürtler yok hükmündeydi. Sadece Filistin’de taş atan çocuk güzelken, terör tam bir iblisti. Çeçenler küffar Moskova’ya karşı kahramanca savaşırken, rahatlarından ve habis ruhlarından dağa çıkanlar, hâlâ kulak kesen ya da göz çıkaran canilerdi. Bosna Hersek katledilirken bir misvak boyu kadar yakın Halepçe, memalik-i muhteşemden, tam teşekküllü merhamet haritalarından itilmişti. Güzel Türkçenin imanlı kelimelerini atıp dili laikleştirenlere inat evrenin en uç noktalarında Türkçe olimpiyatlarıyla tebliğ yapılırken, Kürtçe bilinmeyen dil hükmünde gece yarısı dua için açılan masum avuçlara dahi konamıyordu. Ama bugün hata yaptık, yanlış ettik, mübarek bir hac yolculuğu, belki de sağlam bir kurbanlık koç vicdanlardaki kara lekeyi temizler diye düşünen varsa, bu konuda farz-ı kifaye hükmünde birtakım hususlara dikkat etmek durumunda. 
 
Yapılan bir hata mıydı? 
Nasıl oldu da Müslümanlar, Müslüman kardeşlerine Kur’an’a ve Allah’a rağmen bu zulmü reva gördü, seyirci kaldı? (Şüphesiz zulme karşı çıkmak için hiçbir aidiyet gerekmediği bilgisini de hatırlamak lazım) Satın alınan iki eşya arasında yanlış bir tercihin yaratmış olduğu bir hatadan değil, insanın dilinin yasaklanmasından tutun da akıl almaz cürümlere kadar geniş bir adaletsizlik külliyatıdır söz konusu olan. Bu yüzden Müslümanların (pekala diğerlerinin de) gerçek bir sorgulamaya, ihlaslı bir yüzleşmeye amasız, şartsız ram olmaları kaçınılmazdır. Bu kirli geçmiş, hesapsız cürümlerin nedeni, ne gedikli bir vicdan örtüsü olan dış mihraklarda ne de iblisin kışkırtmalarında aranmalı. Onca malumata ve bir o kadar talana rağmen bu camianın bazı önde gelenlerinin, kalem ve kelam erbabının çocuk edasıyla kandırıldık diyebileceği masum bir zemin yok maalesef. Bariz bir zulüm, azgın bir düşmanlık var ortada. 
Bu coğrafyada birçok yıkımın, derme çatma vicdani yapıların müsebbibi olan bir kötülük algısı var. Kötü hep başkası, kötülük hep dışarıdan gelip gariban ve saf bizleri bulan bir bela olarak algılandı, algılanıyor. Kimi zaman şeytan ve deccal, kimi zaman trafik canavarı, kimi zaman Kürt, Alevi, eşcinsel ezcümle hep öteki olarak kodlandı. Artık ak pak sandığımız nefislerimize dönüp bakmalı, iyiliği de kötülüğü de oradan keşfe çıkmalı. Bu pek sevaplı seyr-i sülükten sonra belki içimizdeki habis ruhla tanışıp, sürekli düşman üretip eli kana bulaşmış katille hesaplaşırız. Ancak o zaman nedametin künhüne varır, vicdanı ayakları üstüne kaldırabilir ve affedilmeyi umabiliriz. Bu ve benzeri tüm meselelerin temelinde o bize benzemeyen ecnebiden korkup, sindirip, üniterleştirip yok etme arzusu mevcut. İptidai korkumuz muhatabımızı ehlileştirip talim tımara tabi tutmadan kabullenmiyorsa sorun başka yerde değil, baktığımız yerdedir. Dün Kürt, Alevi ya da “başka”sı olarak tezahür edip bizi savunmaya akabinde saldırmaya, neticede yok etmeye iten “şey”, yarın pekala başka bir şekilde cereyan edebilir. Bunu şüphesiz sadece Müslümanların değil, herkesin ve her grubun yapması elzemdir. Tabii tüm bunları ahlaki bir görevle yaparken meselenin siyasi boyutu da hesaba katılmalı. Yoksa yapılacak olan, mağdur güzellemeleri içinde işin faillerini unutup gerçek sorumluluğu ıskalamak olur. 
 
Bir endişe 
En geniş İslami cemaatlerden biri olan Gülen cemaatinin medyadaki yüzü kanal ve gazeteler hâlâ PKK’yi ve Kürtleri tuhaf, fantastik bir korku dünyasında ele alıyor. Hâlâ sünnetsiz, domuz eti yiyen, üçüncü sınıf korku filmlerinden fırlamış kötülükleri kendinden (Kürtlüklerinden) menkul liderlerin bir yeryüzü cehennemi yaratma aşkı gibi gösteriliyor Kürt mücadelesi. Kürtler içinde ölenler insan değil, mikrop raddesinde gösteriliyor ve ölüme dahi yakışmayıp ancak etkisiz hale getiriliyorlar. Tabii yine kötü ve kötülük bir dış güce havale edilirken nur yüzlü dedeler, sır kapısından geçmiş, okunmuş imamlar ve aydınlığın temsilcileri olan irşat süvarilerinden medet umuluyor (‘Tek Türkiye’, ‘Şefkat Tepe’, ‘Sakarya Fırat’ gibi diziler). Öte yandan başta Başbakan olmak üzere muktedirler, Kürtlerin haklarının gasp edilmiş değil de kendi iktidar alanında koparılmış bir taviz anlayışıyla bayram şekeri kıvamında ortaya sunduktan sonra kibirli bir edayla lütuf dilin tüm sakilliğine tamah edebiliyor. Kürtler “nihai düşman”, “zoraki mağdur” gibi iki uç algı yelpazesi içinde ele alınırken bir türlü kendinden menkul bir halk, kanlı canlı bir özne raddesine gelemiyor. 
Bunlar hesaba katılmadan nedamet getirmek, yapılacak olanın ehlileştirilerek meşrulaştırılan bir halkın üzerinden vicdan egzersizleri yapmak kabilinden ibaret kalır. Galiba sorun yanlış elbisenin iadesinin çözümünde aranıyor. Bu da benzetmenin meseledeki karşılığı olan Tamil Kaplanları gibi toptan yok etmeye denk gelir. Kendim ve insanlık adına işe inşallah olmaz demekle başlamaktan başka çare yok.